17 Ocak 2012 Salı

pilates of the caribbean



‘Bir kiii üç dört - son kiii üçç dört…’

Şrakkk!!! Bir kırbaç şaklıyor domalık vaziyette tapındığımız spor salonu laminantlarında…

‘Şimdi sık karnı, ayaklar pilates veesi… Gözümüz göbeğimizde, götümüz aya bakıyor, sık karnını bekle…’
(salondan sapkın bir ayin havası kıvamında garabet sesler yükseliyor: uff, fıyf, pıh,ııgh).

Kan ter içinde pes eden 125 kiloluk Hayri Abi’ye kırbaçlı hocamız müdahale ediyor:

‘Bozma duruşunu, sık karnını bekle diyorum sana un çuvalı!’

‘Çuval’ kelimesi, biçimsiz şekillerde uzuvlarımızı kenetlemiş hepimizin aklında, buraya üye olmak için döktüğümüz paranın niceliği konusunda çağrışımlarda bulunuyor. Bir kez daha kahroluyoruz. Salonda pişmanlıkla karışık ter kokusu… Kramp arifesi, pilatesi vicdani ret ihtimali hepimizin aklını kurcalıyor. Bedelli desen, bedeli çoktan 12 ay vadeye bölündü...

Hayri Abi, karaya vurmuş bir balina gibi… Gözünün feri sönmüş, hayattan pek bir beklentisi kalmamış. Yüzükoyun uzanmış, ölümü bekliyor. Ara sıra refleksif kas titremeleri yaşıyor. Yanındaki Gülay Teyze’nin vücudu, beyni ile iletişimi çoktan kesmiş. Beyin, vücudun hareketleri gayet nizami olarak yaptığını sanmakta. Ancak Gülay Teyze’nin hareketleri, dışarıdan bakıldığında ne yazık ki ters dönmüş bir kaplumbağa çırpınışlarını andırıyor.

‘Şimdi topları alıyoruz’ diyor modern çağın Führer’i…

İsteksiz ve yavaş hareketlerle toplara yöneliyoruz. ‘Allah’ım ne olur bana top kalmasın da salonu terk edeyim!’ çırpınışları anlamsız. Herkese yetecek kadar topun olduğu gerçeği yüzümüze tokat gibi çarparken sırtımızda da kırbaç şaklıyor… Oturduğu yerden kalkamayan yeni üye kız ise düzeni bozduğu için  tazyikli su ile uyarılıyor. Aysel Teyze’nin ise topa ihtiyacı yok. O aramızda top konusundan muaf tek kişi. Merak edebilirsiniz diye salon girişinde çektiğim resmini sizle paylaşıyorum:



Zagor’umuz ölüm fermanımızı veriyor: ‘Hızlı, haydi! Soğumak yok!’

Gösterilen hareketten sonra, topların üzerinde yuvarlanmaya ve düşmeye başlıyoruz. Toplar bize daha hakim gibi… Zayıflama ve sıkılaşma stratejimiz açık: Topların üzerinden düşe düşe, oramızı buramızı eze eze vücudumuza şekil vereceğiz. Neticede ‘Öldürmeyen güçlendirir’ düsturu ile yola çıktık…

Dersin hemen başında saygı duruşu ve akabinde İstiklal Marşı ile andığımız, geçen haftaki seansta kaybettiğimiz Nuri Amca geliyor aklıma… Salona ‘artık sağlıklı, mutlu bir yaşam beni bekliyor’ motivasyonu ile üye olduğum gün, bana salonu gezdirirlerken soyunma odasında göz göze gelmiştik… İncecik, titrek vücudu morluklar ile kaplıydı. Bana salonu gezdirirken bir yandan da Türkçeyi öldürmekle meşgul yüksek desibelli gereğinden fazla neşeli kızın anlattıklarından bir an sıyrılıp, onun avurtu çökmüş yüzündeki feri sönmüş gözlerinde kaybolmuştum. ‘Yapma’ diyordu sanki gözleri. ‘Sakın yapma!’

Önemsememiştim Nuri Amca’yı haliyle. Gençtim, hevesliydim. Spor denince aklıma mahalle aralarında top (hatta ezilmiş kola kutusu) tepmek, bisiklete binmek, hoplamak zıplamak, neşelenmek, eğlenmek geliyordu. Taa ki bu grup seansları ile tanışana kadar. Spor sonraları, fiziksel olarak yapabilenler duşlarını yapıyor, ardından hep beraber grup terapisine gidiyorduk. Orada el ele tutuşup çember yapıyor, bir birimize içimizi döküyor, sarılıp ağlıyorduk. İşte o çemberin bir üyesi daha ayrıldı aramızdan. Çok özledik seni Nuri Amca! Kala kala bu son fotoğrafın kaldı elimizde:


Bunları düşünürken dalmış olmalıyım. 2 dizi hareketi kaçırıyorum. Üstüne üstlük bir yerde de sağ bacağım yerine sol kolumu kaldırıyorum. Dikkat dağınıklığımı sezinleyen Führer, bana hızlı adımlarla yaklaşıyor. Yaklaşırken bile ‘kiii üççç dört’ diye saymayı ihmal etmiyor. Gözlerimi kaçırıyorum ama nafile! Bana doğru geliyor. Duruşumu düzeltme bahanesiyle dizini omurgama geçirip omuz başlarımdan beni kendine çekiyor. Fatality! Omurlarım tek tek çatırdarken ağzımdan kanla beraber zoraki bir kelime dökülüyor ‘Özgürlüüükk…!’

Seans sonrası biraz ter atmak ve dislokasyona uğrayan eklemlerimi yerine oturtmak için kondisyon bölümüne geçiyorum. Bir an duraksayıp, koşu bandı üzerinden akıp giden hayatları izliyorum. Bir mühendis olarak, insanların o kadar gayret sarfederek yaptıkları toplam işin (iş= kuvvet x yol) koca bir sıfır olduğunu bilmelerinin onların en tabii hakları olduklarını düşünüyorum. Ancak onları hayata bağlayan tek şeyi de ellerinden almanın doğru olmadığına karar verip, bir şey söylemeden yanlarından usulca geçiyorum.

Az ileride kanatlı uygarlık beni karşılıyor. Bunlar ağırlık çalışırken orada unutulan ve bir daha kollarını asla kavuşturamayacak olan esirler...Çoğu yıllardır ne eşine ne çocuğuna sarılabilmiş. Onları görünce hepten içim acıyor. Belli etmemeye çalışıyorlar ama onların da moralleri çok bozuk. Artık ne arkayı dörtleyebiliyorlar ne de sinemaya tiyatroya gidebiliyorlar. Sosyal hayatın tamamen dışında, burada kurdukları komün içerisinde yaşamaya itilmişler. Günlük birkaç steroid ve amino asit hapıyla hayata tutunmaya çalışıyorlar.

Tabiat, ödül sistemine dayanır. Yapılan her zahmetli işin zahmetine kazanacağın ödül ümidi ile katlanırsın. Doğada erkekler neden bir birleri ile öldüresiye kavga ederler? Çiftleşebilmek için. Köpek nasıl eğitilir? Dayattığın o maymunlukları yaparsa sonunda kraker yiyebileceği için tüm bunlara katlanır. Peki bu maymunluğun ödülü nedir? Eve gidip şöyle şöyle iki parça haşlanmış brokoli ve yanına (isteğe bağlı) 5 adet badem ya da ceviz…Sabah kalkar kalkmaz da maydonoz suyu veya kiraz sapı.

Koca koca profersörler ‘giren kalorinin harcanan kaloriden fazla olması durumunda kilo alınır; az olması durumunda kilo verilir’ gibi basit bir kuramı çetrefillendirip şundan 3 avuç ye bunu kes, kızartma zaten yok gibi sittin tane teori üretiyorlar, kitap yazıyorlar. Biz de aval aval izliyoruz bu sefer ne yesek diye. Kim yaptırabilir arkadaşım hepimizi bir odaya toplayıp yüzlerce abuk hareketi ardı ardına? Lan? Yoksa uzaylılar mı geldi?

Biz bu hale nasıl geldik? Kaç kere geleceğiz bu dünyaya?

mert


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder