8 Ağustos 2012 Çarşamba

hes’tasıyım şu nükleerin falan...


Bu uzun ve sıkıcı yazının çıkış noktası çok basit aslında: Devlet büyüklerimin sözünü dinledim yine…
Bir saygıdeğer büyüğümüz çok alkış aldığı bir konuşmasında Batı’nın teknolojisinin öyle çok kafa yormadan direkt alınıp kullanılması gerektiğini, yoksa ‘kafayı kırmak’ gibi bir tuhaf bir tehlike ile karşılaşılabileceğini söylemişti; hatırlıyorum.


Alıp kullanmaya, parası neyse vermeye, tüketmeden yenisine ihtiyaç duymaya alışık ve belki de bağımlı biz görece Doğulular (Orta Doğu ile sınırlamakta fayda var, zira Uzak Doğu çoktan paçayı kurtarmış gözüküyor) için temel doktrini ne güzel de özetlemiş o güzel cümlesinde değil mi?
Eh, ben de buradan hareketle kafayı kırmadan, o meşhur Batı’da neler olup bitiyor, parasını bastırıp neleri alsak, neleri kullansak diye şöyle yüzeysel bir araştırma yaptım ve gördüklerim karşısında şok oldum. O gözümüzde pek büyüttüğümüz Batı, ıvır zıvır işlerle uğraşıyordu!  Memleketimdeki kalkınmayı, duble yol, köprü ve çok katlı rezidans inşaatlarını, çılgın projeleri, HES ve Nükleer Santral odaklı enerji politikalarını gördükten sonra aklıma net bir soru takıldı: ‘Bu ıncık cıncık işlerle uğraşan Batı mı çok büyük yani?’
Şimdi rastladığım tırı-vırı ecnebi projelere şöyle bir bakalım, sonra güzel memleketimdeki dev atılımlardan bahsedeceğim:
Komşu komşunun osuruğuna muhtaçtır…
Stockholm’deki acar mühendisler, her gün  Stockholm Tren İstasyonu’ndan yolu geçen ortalama 250.000 kişinin vücut sıcaklığını, istasyon yakınında inşası devam eden ofis binalarının ısıtılmasında kullanacak bir proje üzerinde çalışıyorlarmış.  
Saf vücut ısısı olarak düşünmemek lazım tabi. Çorba içip osuranların, istasyonda kahvesini yudumlayanların da ısı enerjisine katkısı büyük.  Isıtma sistemi, basit bir anlatımla, her gün yoğun ziyaret edilen tren istasyonu  içerisindeki ısınan havayı pompa ve özel borular vasıtasıyla ofis binalarına ileterek ısıl dengeyi sağlayacakmış. Bu yolla, insanların vücut ısısının, ısıtma ihtiyacının yaklaşık %20’sini karşılaması öngörülüyormuş. Detaylar ecnebice de olsa buradaymış…
Umarım düşünmüşsünüzdür: çarşaf gibi denizde sıçarsınız…
Finavera Renewables adlı Kanada Firması, kendi geliştirdiği buoy-tip okyanus dalgalanama ve gel-gitlerinden elde ettiği hareketi bir türbin ile elektrik enerjisine çeviren özel tasarım jeneratörleri Calfornia Pacific Gas and Electric Şirketi tarafından alıcı bulmuş ve San Francisco bölgesinde yaklaşık 1.500 evin elektrik ihtiyacının bu sistemlerle karşılanması konusunda bir sözleşme imzalanmış.
Peh! 1.500 hane, bir dalgaya bakıyor yani! Sistem (kendisine AquaBuOY derler)  okyanus kıyısından 2,5 mil açıkta kurulacakmış. 40 tonluk ekipmanlarla ‘dalga çiftliklerinden’ elde edilecek elektrik enerjisinin, kömür  ve  doğalgaz kaynaklı enerjiye rakip olacağı ve mevcut güneş – rüzgar enerji kazanım sistemlerine oranla watt başına yaklaşık 13 cent daha ucuz olacağı yönünde bir fizibilite çalışması da yapılmış. Sistemi merak edenler şuradan buyursun:
Hava- cıvayla araba mı gider ulan?
İşi gücü olmayan Fransız Formula 1 tasarımcıları, geliştirdikleri bir model ile, aracın gücünü sıkıştırılmış havadan elde edilen fiziksel enerji ile artırmanın yollarını bulmuş. Prototip üretimler başarıyla bitirilmiş ve birçok şirket, bu teknolojiyi lisansları altına almış. Temel fikir, havayı, araç içerisindeki ultra-güçlü tanklara sıkıştırmak ve motor içiresindeki pistonlar aracılığıyla serbest bırakarak tekerlere iletilen enerjiye  katkıda bulunmak  prensibine dayanıyormuş. 
Mevcut prototipler, yaklaşık 1 beygirgücü enerji artırımında  bulunarak,  örneğin 110 km/saat hızla giden bir aracın, aynı tüketim ile 190 km/saat hıza ulaşmasını sağlıyormuş. Bu teknolojiye sahip olacak araçlardaki en güzel detay ise, söz konusu tankın yaklaşık 3 Dolar’a mal olması ve araçlarda herhangi bir ilave emisyon oluşmamasıymış. Sistem için kullanılan tek güç, havayı tanka basan kompresörün elektrik enerjisiymiş.
Sene oldu 2012, nerede ulan o filmlerde gördüğümüz uçan arabalar?
Bir diğer gelişme de Hindistan’daki dev araç üreticisi Tata Motors’dan gelmiş. Kendileri şu aralar, bizim bilim kurgu filmlerinden ağzımız açık takip ettiğimiz, uçan arabalar üzerinde çalışmalar yürütüyorlarmış. Bu araçlar hibrit prensiple çalışacak olup, düşük hızlarda sıkıştırılmış hava akımını kullanacak, yüksek hız ihtiyaçlarında ise benzinli motorlara geçiş yapacakmış…
E buna da bir link vereyim bari…
………………….
Gördüğünüz gibi, Batılı ülkeler ceviz, Hindistan ise Hindistan cevizi kabuğunu doldurmayan işlerle uğraşıyordu. Demezler mi arkadaşım, iyi de bu projenin kime ne yararı var diye? Kimin ne rantı var, kimler zengin olacak sen onu söyle diye sormazlar mı adama? Varsa yoksa çevre dostu teknoloji gelişimleri falan filan…
Şimdi adam gibi projelere, örneğin memleketimdeki enerji atılımlarına dönelim:
HES:
Uzun ve sıkıcı ismi Hidroelektrik Santrali olan bu santrallerin çalışma prensibi şöyledir:
Barajda biriken su, yerçekimi potansiyeli içermektedir. Suyun belirli bir yükseklikten aşağı doğru akarken harekete geçirdiği türbinler, bağlı oldukları jeneratörler yardımıyla elektrik enerjisi üretiminde kullanılır.
HES’ler, su kaynağına göre iki tip olabilir:
Rezervuarlı santrallarda öncelikle bir baraj yapılacağından suyun kullanımı, enerji gereksinimine göre ayarlanabileceğinden verimleri yüksektir.
Kanal tipi santrallar, rezervuarlılara göre daha ucuza mal olmalarına karşın su biriktirme olanağı olmadığından gelen su debisine göre çalışmak zorundadırlar.
Vıdı vıdı anlatma, bana şematik gösterim lazım diyenlere:

Şimdi, buraya kadar olan, işin teorik kısmı. Bir de etik kısmı var ki, evlere şenlik. Küçük akarsulardan elektrik üreten HES 'lerde  su, çökelme havuzuna alındıktan sonra yönü değiştirilerek tünel, boru veya kanalla düşüş yaptırılıyor. Türbin vasıtasıyla enerji üretiliyor. Bu sırada akarsuyun tabii mecrası değiştiriliyor. Ekosisteme verilen zarar bu noktada ortaya çıkıyor. Eğer by-pass edilen bölüme yeterli su verilmezse, bu suya ihtiyacı olan canlılarda onarılması zor yaralar açılıyor. Hatta toplu ölümler meydana geliyor.
HES projelerinin, derelerin soykırımı olduğunu savunan, bülbülün eti için öldürüldüğünü söyleyen, sokaklara dökülen, hakkını arayan, doğal güzelliklerini, toprağını ranta kurban etmek istemeyen bir grup köylü (!) biber gazlarından, göz altılardan, coplardan fazlasıyla nasibini almış durumda.


Şimdi madem kalkınıyoruz, ilerliyoruz, enerji ihtiyacımız da buna paralel büyüyecek değil mi kardeşim? Bizler ki zaten herhangi bir akarsuyu, deresi bırakılmamış, kurutularak üzeri beton ile örtülmüş şehirlerimizde, sırf oralara bina dikemedikleri için ‘yüksek gerilim hatları’ altlarına kurulu sözde park alanlarında, gerilim altında hava almaya, spor yapmaya çalışan insanlarız. Senin dereni, toprağını sana yedirirler mi a güzel kardeşim? Daha çok enerjiye ihtiyacımız var bizim. Taş koyma önümüze, hadi artık…
Neymiş efendim, yeryüzünde gözlemlenen küresel ısınmadan, dünyada en az etkilenecek yerlerden biri ve bu etkileşimlere karşın sığınılacak son liman, Doğu Karadeniz Bölgesi’ymiş deee, örneğin Rize’nin İkizdere Vadisi, bu bölgelerden sadece biriymiş…
‘Turizm Vadisi’ ilan edilen bu vadinin üzerinde 21 adet HES projesinin yapımı için çalışma yürütülüyormuş daaa, “Düşmanın bile kıyamayacağı doğal güzellikler’, HES projeleriyle büyük bir kıyıma uğratılıyormuş …

HES'ler havza bazında bir planlama yapılmadan, canlı hayatın devamı için ayrılacak can suyu miktarı belirlenmeden inşa ediliyormuş daaaa, Türkiye’deki HES projelerinin sayısı 2.000’i geçmiş…
Dağlarda bulunan ırmaklar ve yeraltı suları, dere suyuyla beraber tünellere alınarak, koruma önceliği bulunan vadi, çölleşmeye bırakılıyormuş daa, su yaklaşım tüneli inşaatları için yapılan patlatmalarla yerleşim alanlarının yüzey içme suları da kayboluyormuş…
Bir yandan ‘susuz köy kalmayacak’ denilirken, diğer yandan vadi köyleri susuzluğa terk ediliyormuş…
Buralar yerleşim ve turizm bölgesi olmaktan çıkartılıp bir endüstri merkezi haline getirilmek isteniyormuş falan filan…
Bir yığın vıdı vıdı… Bak ben ne diyorum? Büyüyoruz, sanayileşiyoruz, yabancı yatırımcıların ilgi odağı haline geldik… Daha çok enerjiye ihtiyacımız var… E sen böyle taş koyarsan… Değil mi ama?
Nükleer Enerji Santralleri:
Bir diğer büyük enerji atılımımız da Fukushima’da yaşanan korkunç olay sonrası dünyadaki tüm dikkatleri üzerine çeken nükleer enerji santralleri konusunda.
Basitçe çalışma prensibini açıklamak gerekirse, reaktörün kalbinde, elde edilen ısıl enerji suya aktarılır, su almış olduğu bu enerji sebebiyle faz değiştirir ve kızgın buhar haline dönüşür.
Elde edilen bu buhar daha sonra elektrik jeneratörüne bağlı olan buhar türbinine verilir. Su buharı, türbin mili üzerinde bulunan türbin kanatları üzerinden geçerken daha önceden almış olduğu ısıl enerjiyi kullanarak, türbin milini döndürür. Bu mekanik dönme hareketi sonucunda alternatörlerde elektrik elde edilir.
Türbinden çıkan, ısıl enerjisi yani sahip olduğu basınç ve sıcaklığı düşmüş olan buhar, tekrar kullanılmak üzere yoğuşturucuda (kondenser) yoğuşturulup su haline dönüştürüldükten sonra, tekrar reaktörün kalbine gönderilir. Yoğuşturucu da su buharının faz değişimini yapabilmek için çevrede bulunan deniz, göl gibi su kaynaklarını soğutucu olarak kullanır.
Şematik gösterimde hala ısrar edenlere:

Fosil yakımına bağlı enerji üretiminden çok daha yeşil bir uygulama olduğu açıktır. Ancak nükleer enerji, taşıdığı nesilleri tehdit eden ölümcül riskler dolayısıyla, çevresel artıları ile riskleri arasında gidilip gelinen ve sürekli tartışma konusu olan bir uygulamadır.
Risk, sadece santralde yaşanan herhangi bir problem ile sınırlı değildir. Ayrıca atıkları (yan ürünleri) saklamak da oldukça sıkıntılıdır. Bir süre sonra reaktörün içinde yeterli ısıyı üretecek enerji kalmaz. Uranyum atomlarındaki enerji tükenmiştir. Hepimiz bunu okulda bize öğretilen, ama ayağımızın altına gömüleceğini hiç tahmin etmediğimizden pek de sallamadığımız ‘yarılanma ömürleri’ nden az çok biliyoruz. Bu çubuklar son derece sıcak ve taşıdıkları radyasyon nedeniyle tehlikelidir. Bu nedenle özel, kalın muhafazalı yöntemlerle alınırlar. Analizler sonrası, radyasyonu normal düzeye inen katı cisimler toprağa gömülürken, sıvılar denize verilir. Radyoaktif atıkların yarılanma ömürleri çok uzundur. Özellikle Uranyum’un yan ürünü olan Plütonyum izotoplarının. Ayıptır söylemesi durum şöyle:
Isotope
    Decay mode
Half-life (years)



   alpha to U-234
87.74



   alpha to U-235
24100



   alpha to U-236
6560



   beta, to Am-241
14.4



   alpha to U-238
376000





Hafif su soğutmalı nükleer reaktörlerde senede 225 Kg Pu-239 (1945 senesinde Nagazaki’de patlatılan atom bombası Pu-239 izotopundan yapılmıştır) yan ürün olarak elde edilir.
Bu atıkların ‘düşük radyoaktif düzey’e ulaşabilmesi 10.000’lerce yıl alabilmekte. Bu da demek oluyor ki memleket toprakları altında 10.000’lerce yıl sönümlenmeyi bekleyen radyoaktif atıklar olacak. Belki ben pimpirikliyim, ama size de ürkütücü gelmiyor mu?
Bu konuda eski kafalılık yapmak istemem tabii ki… Sanayi yönünden gelişmiş ya da gelişmekte olan  bir çok ülkenin aktif olarak kullandığı nükleer santralleri görmezden gelmek olmaz.
Ancak bir çok ülkenin, özellikle yaşanan facialar sonrası bu santrallerini kapatma kararları aldığı şu dönemde bizim bu konuya gayet gözü kara bir şekilde girişmemiz, yine duyarlı vatandaşlarımızda büyük huzursuzluk yaratıyor. Tabii bunda Akkuyu’da yapılması planlanan santralimizin inşasının, Çernobil faciası ile ün salmış Ruslara  ‘yap-işlet-devret’ modeli ile tüm teknolojisinden bihaber olarak verilmiş olmasının da katkısı büyük.  Umarız, güvenlik önlemlerimiz aşağıdaki resimden daha üst düzeyde tutulur.

Teknoloji anlamında güvenilirlikte dünya lideri olan Japonya’nın bile Fukushima faciası karşısında çaresiz kalması kafalarda ister istemez soru işaretleri oluşturuyor. Ülkenin genel enerji ihtiyacının %6’sını karşılamak için oldukça cesur bir adım olan bu proje hakkında, gönül, daha fazla bilgi sahibi olmak, nesiller boyu güvenliğimizin yalnızca bu Rus firmasına (Atomstroyexport) teslim edilmediğinden emin olmak istiyor. Hele ki depremlerden, terör saldırılarından bir türlü belini doğrultamayan güzel ülkem için güvenliğin ne kadar önemli olduğunu tartışmak bile anlamsız sanki… Şakası bile hoş değil ancak bir de şöyle bir durumu kimse aklından bile geçirmek istemez sanki...


Güzel ülkem demişken, rüzgarı, güneşi bol, 3 tarafı denizlerle çevreli cennetimde doğanın bu bonkörlüğünü görmezden gelmek, en azından kısmi- lokal enerji ihtiyaçlarında dahi bu nimetlere sırtımızı dönmek, hep daha yeni, daha çirkin ve, daha büyük santraller dikmek, vizyonumuz, geleceğimiz hakkında yeterli ipuçlarını bizlere zaten veriyor. Her şey bir yana, senede 2 gün güneş gören Avrupa ülkelerinde, evlerin tepelerindeki güneş panellerini görmek, insanın kanına dokunuyor…
Sevgiler
Mert
 

2 yorum:

  1. Hes ile ilgili birkac sey eklemek isterim
    Dezavantajlarina ilk kurulum maliyetinin cok yuksek oldugunu eklemek gerek, bir diger sikinti da depremi tetikleyici oldugunun ispatlanmis olmasi. Zararlarinin yaninda santral onundeki Baraj turistik olarak kullaniliyor ve hava kirliligi vb. Siinti yaratmiyor. Enerji uretimi sart ama dezavantajlari ortada, kesinlikle belirttigin gibi dogaya cok zarari var

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Barış'ım dezavantajları saymakla bitmez aslında. Sonuçta hiçbir zaman geri gelmeyecek doğal mirası yok ediyorsun. Bırakılan yetersiz can suyuna o bölgeyi mahkum ediyorsun bir kere. Benim esas anlamadığım neden bu topraklar bu kadar uygunken yeşil enerji üretimi hiçbir zaman denenmedi, desteklenmedi? Elbette bu metodlar diğerleri kadar efektif değil, ancak enerji ihtiyacı üzerindeki yükü alacak ve en azından çevre hanelerin elektrik ihtiyaçlarını karşılayacak yeterlikte olacağı açık. En azından 2.000'in üzerinde HES projesi ile doğamızı yok etmekten daha akılcı bir çözüm.

      Sil