21 Şubat 2012 Salı

uçmalı mı uçmamalı mı?


Tamam, zamandan tasarrufu, güvenilirliği ve sunduğu olanaklar ile neredeyse alternatifinin olmamasına saygı duyarım. Ancak eminim, uçak seyahatinden bu denli nefret eden bir tek ben değilimdir. Yani sonuçta yerden 9-10 bin metre yüksekte saate 700-800 km yol kat etmek elbette ki havacılık sektörünün bize sunduğu eşsiz bir nimet ancak kendini uçağa atmak için verdiğin çaba ve çektiğin eziyet, bu teknolojiyi kullanmanın verdiği memnuniyeti, sanki çoğu zaman bir sinir harbine çeviriyor…
 
Tasarruf zamandan mı ömürden mi?

Efenim bizden beklenen ne? Bir gecikme yaşamamak için minimum 2 saat öncesinden orada bulunmak.Yani diyorlar ki check-indi, bavul bindi derken bizim sizi paketleyip uçağa koymamız en az iki saatimizi alır. Ha gerçi biz de kıçımızdan salladık bu 2 saat önerisini, işinize gelirse… Biz öyle diyip işin içinden sıyrılalım da, bu işlerin ne kadar süreceği hiç belli olmaz tabii. Bir bakarsınız sıra yok, 10 dakikada halletmişsiniz, kıçınızı kırar geri kalan 1 saat 50 dakika boyunca ‘last call’ anonslarımıza maruz kalırsınız ki kafası müthiştir. Çok sıkılırsanız ve kaşıntı tutarsa, fincanı 10 liradan meşhur havaalanı kahvelerimizin tadına bakarsınız olur, biter.

E diğer yandan bu havaalanlarını da evimizin dibine kurmuyorlar ki kardeşim…(Hele ki Ankara’da, ‘tebessüm şehri Pursaklar’da oturmuyorsanız işiniz yaş. Bence en azından Ankara Esenboğa Havalimanı, Ankara’da olsa iyi olurdu.) Buna minimum 1 saat de havaalanına ulaşım eziyetini ekle, ediyor 3 saat. Öncesinde de hazırlandın hoop 4 saat… Neymiş o, zamandan tasarruf. Ömür dediğimiz şey, tasarruf edecek kadar çok mu?


Mıncıklanmaktan yorulmuş elzem dörtlü

Üzerimdeki pasaport, cüzdan, anahtar, telefon elzem dörtlüsünü her seferinde heyecanla yerlerinde mi diye ceket ya da pantolon üzerinden mıncıklamak, beni çıldırtıyor. Çünkü bu dörtlü bir çok kereler konuldukları ceplerden çıkmak durumunda. Check-in yapacaksın, pasaportu çıkar, valizi koy, cüzdanı çıkar, pasaportu al sol cebe koy, biniş kartını al,  mil kartını ver, telefonu çıkar onay koduna bak, cüzdanı sağ cebe koy…  Üzerinde sürekli yer değiştiren bir şeyler… Bir türlü kavuşamayan elzem dörtlü az sonra bir plastik sepette buluşacaklarından habersiz bedenim üzerinde birbirlerini kovalıyorlar…Onu verip bunu almaktan sersemlemiş ben ise onu aldım mı, bunu koydum mu paranoyaları ile mıncıklarken buluyorum kendimi…İtiraf ediyorum, havaalanlarında ara sıra kendime dokunuyorum…


Yaman olur ağır valizin kefareti

Biniş kartı almak için girdiğim sırada önümde, genelde benim boyumda 6 adet devasa valizi, 2 adet plastik iple kastıra kastıra bağlanmış karton kolisi olan, 3 çocuklu bir tatil dönüşü ailesi olur. Veletlerden küçüğü, valiz arabasının üzerinde şuursuzca salınarak babasına sürekli aptal sorular sorar. Anne, bir yandan boyası gelmiş ama neyse ki sonra geçmiş dağınık saçlarını lastik toka ile tutturmaya çalışırken, bir yandan da zıt yönlerde bağırarak koşmaya programlı iki çocuğunu bir arada tutmak için gayret sarf eder.  Kırmızı eşofmanının üzerine giydiği kürkü fazla gelir, oflaya puflaya çıkarır ve eline alır. Bu arada baba, ufak çocuğun ‘baba en kocaman güçlü dinozor koşsa mesela, füzeyi uçağı geçer mi?’ gibi sorularını ilgisizce cevaplamakla meşguldür.  Ben bu aileyi çok iyi tanırım. Genelde benden az önce gelip sıraya girerler. Onlara ve içinde bulundukları kaosa mesafemi korumak istesem de bu, arkamdaki dayının valizini üzerime sürerek beni ittirmesi hasebiyle  pek mümkün değildir. Bu ailenin en büyük özelliği, valiz yük istihkakı konusunda en ufak bir fikirlerinin olmayışıdır. Onlara göre uçağa 1,2 ton (kendi göt göbeklerini de eklersek 1,3 ton) yük ile binmek kadar doğal bir vatandaşlık hakkı olamaz.
‘Nasıl olur efendim? Ben böyle rezalet görmedim, bi de ceza mı ödiycez?’
sorusu ile açılan tartışma, çocukların koşarken birbirlerine çarpıp düşmesi, kadının olaya müdahil olması, buranın müdürü kimse onun ile görüşülmek istenmesi gibi bir takım ritüellerle devam eder, en son küfredilerek valizlerin oraya buraya savrulması gibi görsel şölenlerle zenginleşerek insana geri kazanımı mümkün olmayan muazzam bir zaman kaybı sunar.
Taraflar arasında anlaşmaya varılsa ve ortalık biraz durulsa bile, sorulacak bir soru bambaşka bir tartışmanın perdelerini aralayacaktır: ‘Pencere mi cam kenarı mı?’
Herkesin cam kenarında ve yan yana oturabildiği bir dünya, hepimizin rüyasıdır elbet…


Güvenlik coşkusu

Evet, hepimiz çok yoğun insanlarız ve zamandan tasarruf bizim için çok önemli. Uçağa binecek olan 70 yaşındaki nineden, kasketli dayıya, tatilci aileden, ergen gençlere kadar hepimiz inanılmaz bir zaman kıtlığı yaşıyoruz. Bunu en iyi güvenlik geçişlerinde anlıyor insan. Güvenlikten bir an önce geçmeyi böylesine arzulamak biraz tuhaf bir durum sanki. Yani neticede aynı uçağa bineceğiz ve o uçağın kalkmasına yaklaşık 45 dakika var. Ama aceleci bedenler o X-ray’den emeceği radyasyon için yanıp kavrulmakta. Bu deneyimi birden fazla yaşamak isteyenler, (radyoaktif bağımlılar) kemerlerini çıkarmadan, cebinde bozuk paralarla tekrar tekrar geçmekte… Benden beklenen belli:  2 milisaniyede üzerimdeki kemeri, saati, telefonu, cüzdan ve bozuk paraları plastik sepete koyup, laptopumu çantasından çıkararak ayrı geçirmek ve bunları çıkışta tekrar aynı yerlerine koymak... Her X-Ray sonrası bu yetiye sahip olabilecek bir Süper Radyoaktif Adam oldum mu acaba diye kendimi yokluyorum ama tık yok! Her seferinde aynı acemilik... İşte, yürüyen banttan ışımış süper-plastik sepetim de geliyor. İçerisinden topladığım ıvır zıvırları üstün körü üzerime yerleştirirken, bir yandan da sepeti bir ucundan her an alacakmış gibi tutan güvenlik görevlisi, bünyedeki telaşı tetikliyor. Birileri bana anlatsa, neye koşuyoruz?

Bekleme salonunda günü geçmiş insanlar

Güvenlikten de geçerek koşturma silsilesinin büyük bir kısmını bertaraf ettim diye düşünürken, bekleme salonunda pek de arkadaşça karşılanmıyorum ne yazık ki... Salonda, sanki yıllardır orada yaşayan bir topluluk var. Bana ‘Yeni mi düştün? Allah kurtarsın’ bakışları atıyorlar. İçeride kıvrılıp uyuyanlar, bir şeyler atıştıranlar, dalgın dalgın yerdeki karoları izleyenler var. En arkadaş canlısı olan, benden camdan gözüken aprondaki uçakla bir fotoğrafını çekmemi isteyen adam. Sanki burada bir komün oluşmuş. Basık bir hava, karamsar bakışlar. Buradan hiç kurtulamayacağız gibi…

Ya uçağa hepimiz binemezsek?

 Tam ben de kalabalığa uyup karamsar bir şekilde uzaklara dalmış ölümü beklerken bir anons yetişiyor imdadımıza…
‘Uçağımız yolcu alımına hazırdır. Lütfen önce yaşlı ve çocuklu yolcularımız…’
Bir panik kaplıyor içimizi… Telaşla kapıya yöneliyoruz. Hepimiz yaşlı ve çocukluyuz! Anons değişiyor:
‘Bekleme yaşanmaması için önce sıra numarası 15 ve üzeri olan yolcularımızı alabilir miyiz?’
Oha! Tesadüfe bak! Hepimizin sıra numarası 15 ve üzeri! Ne çok ortak yönümüz var. Acele etmeliyiz, uçak kalkacak…

Mükerrer bilet paradoksu ve kadercilik

Ben, check in sırasında bana yöneltilen ‘Cam kenarı mı? Koridor mu?’ tipi soruları hiç önemsemem. Çünkü bilirim ki, uçakta zaten bana bilet sattıkları yerde bir adam oturmuş beni bekliyor olacaktır. Ona buranın benim yerim olduğunu söylediğimde kendisinin amcaoğlu ile beraber oturmak istediği cevabını alırım. Hostes telaşla yanıma gelir ve o gülümsemekten çemçürmüş ağzını zorlukla kımıldatarak, BENDEN zorluk çıkarmamamı rica eder. İstersem beyefendinin yerine oturabileceğimi söyler. Yani benim için bilette ne yazdığı değil, insanın alnında ne yazdığı mühimdir… Biniş kartımda 15A yazmasına aldırış etmem alın yazım 23B ise …

Orta koltukla gelen ötekileştirme

Bilenler bilir. 23B orta koltuktur. Adamı amcaoğlu ile baş başa bırakıp, oraya yöneldiğimde 23A ve 23C nin sahiplerinin nefret dolu bakışlarını daha 15. sıradan hissediyorum. Hüznümü sayılara dökmem gerekirse, 23A 158 kg, 23C 212 cm.  Ben onlar için rahatsızlığın daniskasıyım. Ne güzel otururlarken nereden çıktım şimdi ben? 23C oflaya puflaya kemerini söküyor ve bana yer veriyor. Ben bu sırada çok özür diliyorum. Adamların huzuru iyiden iyiye kaçıyor. 23A kendi sınırlarını belirlemek için gazetesini şöyle bir açarak tombul elini ağzıma sokuyor. 23C de dizlerini açarak bana batırıyor. Ne kolumu yaslayabileceğim bir dayanak var, ne çişim gelse uyuyan 23C’yi uyandırıp kalkabilirim, ne de 23A’nın gazetesinin ardından cama bakıp dışarıda olan biteni izleyebilirim. Ama ortada oturmakla hak ediyorum. Allah da benim belamı versin.

Dirsek Savaşları: Yemek mi dayak mı?

En ciddi sınavımı yiyecek servisi sırasında veriyorum:

1. Servisi uyumadan yakalama sınavı: Uçak kalktıktan bir müddet sonra baktım oyalanacak pek de bir şey yok, oyalanmayı bırak kımıldayacak yer yok, ağırlaşıyor hafif hafif göz kapaklarım. Her göz açışımda servis tepsisi bir sıra daha yaklaşıyor. İşte burada iradeye hakim olup sunulan o uyduruk minimalist tepsiyi kaçırmamak çok mühim. 

2. Zamanlama sınavı: Nihayetinde üç kişi, yuvada annelerinden solucan bekleyen serçeler  gibi dizilmişiz. İlkin hangimize soru sorulacağı hepimizin kafasını kurcalıyor. Kimse hostese mahçup olmak istemiyor. Ortada oturmak her halde bir tek bu konuda yarar sağlıyor. Benden başlayacak kadar hasarlı bir tip olduğunu sanmıyorum. Gayet soğukkanlı, kendinden emin bir şekilde sıranın bana gelmesini bekliyorum. Soru sorulmadan kafadaki cevap net olmalı. Duraksamaya yer yok. Ancak cevabını önceden içinden tekrar etmiş olmanın heyecanı, asla hostese yüksek sesle ve sorusu bitmeden cevap verilerek belli edilmemeli. Bırakın o küçük tepsiyi, kadıncağız size bir çuval incir verse, bok edersiniz.

3.Türbülans sınavı: Yiyecek içecekle bütünleşmek çok önemli. Her türlü sallantı, türbülans sırasında, ‘ben çayım’, ‘ben kolayım’ konsantrasyonunu sağlamak, içecekleri dökmemek için elzem. (konsantre meyve sularının bu aşamada kolaylık sağladığı tamamen bir şehir efsanesidir, yalnızca düşük viskozite avantajları vardır) Sıvının hareketleri bünyede kopyalanmalı ve stabilize edilebilmelidir.

4. Mikro cerrahi sınavı: Mini mini poşetler içerisinde cücük kadar mekanda tüketilmeye çalışılan ıvır zıvırın, bir cerrah titizliği ile poşetlerinden arındırılıp, Barbie ve Ken’in çatal bıçak takımı ile sindirilmeye çalışılması tecrübe ve emek ister.

Ya uçaktan hepimiz inemezsek?

Bir türlü kaynaşamayan bu kalabalık, uçağın tekerlerinin yere değmesi ile hep beraber canhıraş şekilde kaptanı alkışlıyor. Kendini zorlukla tutabilenler hemen kemerlerini şakırdatıp, cep telefonlarını açıyorlar. Dedim ya, yine çok önemli kişilerin bulunduğu bir uçaktayım ve yine yapılacak çok işimiz var. Uçak, parka yerleşene kadar kim bilir kaç hayati karar verilecek, kaç ihale bağlanacak bizim uçakta.
Nihayet uçak park ediyor ve uçakta kalanın canı çıksın telaşı ile koridor dolduruluyor. Körüğün yanaşması ve kapının açılması için geçen zaman ömrümüzden geçiyor. Canımız çok sıkkın. Yaşanan ilk keşmekeşte kendini koridora atamayanlar kafalar eğik şekilde iki büklüm koltuk sıralarında beklemekle cezalandırılıyor. Ama kalktılar bir kere, tekrar oturmak olmaz. İttir kaktır koridora çıkabilenler oluyor aralarında. Sakin sakin koltuğunda oturup kapının açılmasını bekleyenler üç beş sivri ise, kararsız bakışlarla ne zaman harekete geçilmesi gerektiğini tartıyorlar içlerinde. Öyle ya, optimum bir süre var. Bu aşıldığında aşırı ‘cool’ olmaktan diğer yolcuların tepkisini çekebiliyorsun. Herkes tedirgin. Ya inemeden yine kalkarsa?

Valiz korteji

Uçaktan kendini zor atanları, yarmaları gereken bir 'valiz bekleyen adamlar korteji' bekliyor. Sanırsın biri bayıldı herkes başına üşüştü. Herkes valizleri kusan o aletin başına merakla toplanmış. Çocuğunun doğumunu izler gibi, tek bir saniyesini bile kaçırmak istemiyor kimse. Kendi valizini 10cm'den dahi seçemeyen bu miyop amcaların sardığı valiz bandının arkasından valizimi de bulursam bu uçak yolculuğum da kazasız belasız son bulacak. Tabii yine bir anasının herekesindeki havaalanından otelime gitmek gibi prosedürlerden hiç söz etmiyorum…

Mert


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder