5 Haziran 2013 Çarşamba

bir çapulcudan oğluna...




Canım oğlum,
Bu satırlar yazılırken, bir yandan da ülkemizde tarih yazılıyor.
Maalesef utançlarla, darbelerle dolu yakın tarihimizi bizden esirgeyen ve ısrarla ‘Germiyanoğulları, Karamanoğulları’ tarihçiliği ile hepimizi tarihten soğutan eğitim sistemimizde muhtemelen yer almayacağı ve büyüdüğünde, belki de bu bilgiden mahrum kalacağın endişesiyle sana bırakacağım bir şeyler olsun istedim.

Bu tarihi iyi hatırla oğlum: 31.05.2013… Henüz 7 aylıksın. Ne yürüyebiliyor, ne konuşabiliyorsun. Ancak yaşadığın bu 7 ay içinde dahi gülümsemeyi ve hoşgörüyü öğrenebilen sana anlatacaklarım, iktidardaki 11 yılına rağmen bu duyguların yanından geçememiş, empati yoksunu koca koca siyasilerin hikayesidir.
Bu hikaye, sandıkta aldıkları oyların üstünlüğü ile kendilerini ‘milli irade’ kabul eden, sorgusuz sualsiz aldığı kararları yasalaştıran, onlar gibi olmayanın hakkına, yaşam tarzına saygı duymayı bırak, onları alenen ‘marjinal, ayyaş, çapulcu, terörist, örgüt üyesi, kendini bilmez, alkolik’ gibi kelimelerle aşağılayan, hor gören, ayrımcılığı körükleyen, otoritesini ötekileştirmekten ve ezmekten yana kullanan, iktidar sarhoşu siyasilerin hikayesidir.
Bu hikaye, kültür zenginliği ile kıvanç duyan bir toplumu, baskılarla, sansürlerle ve oldubittilerle, ‘tek tip’ toplum modeli haline getirmeye çalışmanın, önünde sonunda, nasıl bir hüsran ile sonuçlanacağının ders niteliğindeki kanıtıdır. (bkz: yazı – tipitip)
Bu hikaye, mazlum edebiyatı ve muhafazakar çoğunluğu hedef alan din merkezli siyaset ile belki oy çokluğunun sağlanabileceğinin, ancak ıslak dudaklardan düşmeyen o meşhur ‘ileri demokrasi’ kavramının yalnızca seçimlerde başvurulan bir yönetim şekli olamayacağının hikayesidir. (bkz: yazı – muhafazakarlaştıramadıklarımızdan mısınız) (bkz: yazı- ileri demokraasi)
Bu hikaye, insan hak ve temel özgürlüklerinden faydalanmamızı, sosyal haklarımızı, sağlığımızı, adaletimizi, eğitimimizi, özgürlüğümüzü, güvenliğimizi kısacası refah ve huzurumuzu sağlamaları için ‘vekil’ olarak tayin ettiğimiz bu insanların, işi gücü bırakıp, nerede ne yiyip içtiğimize, kaç çocuk yapmamız gerektiğine, nerede toplanabileceğimize, nasıl giyinip ne şekilde davranmamız gerektiğine, neleri izleyip, nelerden uzak durmamız gerektiğine bizim yerimize karar vermeye çalışmaları sonucu hepimizi patlama noktasına getirmelerinin hikayesidir.
Bu hikaye, çözümün, şiddette, zıtlaşmakta ya da güç gösterisi yapmakta olmadığını, dinlemekte, hemhal olmakta, kulak vermekte ve en önemlisi saygı duymakta olduğunu anlatır…
Her şey, Gezi Parkı’ndaki ağaçların bir gece vakti kepçelerle sökülmesiyle başladı. Aslında bu, memleket için oldukça sıradan bir vaka haline gelmişti. Ormanların, parkların katledilmesine ve bu arazilerin ranta açılarak yerlerine alışveriş merkezleri, plazalar, zevksiz TOKİ binaları dikilmesine kendimizi oldukça alıştırmıştık. (bkz: yazı – yemezlerdi nitekim) Zira hepimiz, yine onlar tarafından değerlendirilen araziler üzerine diktikleri çok katlı zevksiz ve plansız beton yığınlarına boğulan renksiz şehirlerimizde yaşamayı kanıksamıştık. Hatta birçoğumuz çuval çuval paralar döküp, krediler çekerek bu binalardan bir daire kapma telaşı içine girmiştik.
İşte bir avuç insan, Gezi Parkı’nın da katlediliyor oluşuna karşı çıktı. Her zamanki gibi birkaç çevreci aktivist denilip geçildi. Memlekette aktivistler pek sevilmezdi. O güzel abi ve ablaların, parkta çadırlar kurdular, orada sabahladılar. Ancak sabaha karşı polisin müdahalesi için ‘sert’ ya da ‘orantısız’ demek, polise değil, bu kelimelere haksızlık olurdu. Tüm park, biber gazına boğuldu, çadırlar ateşe verildi, eylemciler (!) sürüklenerek, tartaklanarak parktan çıkarılmaya çalışıldı.
İşte bu gereksiz zulümden sonra onlara destek çığ gibi büyüdü. Bir avuç ağaç için gösterilen direniş, polisin anlaşılamaz saldırganlığı ile fitillenip, yaşam haklarımıza, yaşam alanlarımıza yapılan dayatıcı müdahalelere karşı, haksızlıklara ve aşağılanmalara karşı tek vücut bir direniş haline geldi. Tepkiler çığ gibi büyüdü. Tüm şehirlere sıçradı. Halk, artık baskıdan bıkmıştı.


Yurdun dört bir yanında patlak veren gösteriler, her ne kadar başbakan, kameralar önünde ‘bir avuç çapulcu’ diyerek bu eylemleri küçük görme, aşağılama taktiğini seçse de, büyük bir panik ve korku yaratmış olacak ki, vatandaşın güvenliğinden mesul olan devlet memurları, göstericilerin üzerine tüm şiddeti ile yürüdü. TOMA’larla, coplarla, biber gazları ve kimyasallarla memleketin düşünen ve tepkisini koyan insanlarına, hiç hak etmedikleri saldırılar gerçekleştirildi. Emir kulu olmakla, içindeki şiddeti verilen otorite ile kontrolsüzce eyleme dökmek arasındaki sınır bir hayli aşıldı. (bkz: yazı – ağlamıyorum, gözüme bişey kaçtı)

Ancak bekledikleri yine olmadı. Şiddet büyüdükçe, tepki büyüdü… Genci, yaşlısı, sağcısı, solcusu, kadını, erkeği, türkü, kürdü, sanatçısı, işçisi, mühendisi, doktoru, avukatı, ev hanımı, herkes sokaklarda vücudunu siper etti. Bu insanlar terörist değildi. Anarşist değildi. Hele söyledikleri gibi ‘çapulcu’ hiç değildi. Çoğu, belki hayatında bir kez olsun tepkisini meydanlara çıkarak dile getirmemiş, işinde gücünde insanlardı. Hatta pek çoğu, sessizliği ve sinmişliği ile sinirlerimizi hoplatan, çok zaman kızdığımız insanlardı. Ne iddia edildiği gibi bir partizan, ne de örgüt üyesiydiler. Aralarındaki bir avuç provokatöre de pabuç bırakacak değillerdi.




Bırakmadılar da nitekim. Çöpünü temizleyen, erzaklarını paylaşan, Gezi Parkı’na taşlardan kütüphane kuran, şiddet gördüğü polise tepki olarak kitap okuyan, gitar çalan, şarkı söyleyen insanlar nasıl ‘Türkiye’nin ‘stabil’ durumunu bozma amaçlı gösteriler düzenleyen toplum zararlıları olarak görülebilirdi ki? Olay gerçekten anlaşılmamış mıydı, yoksa kulak üzeri mi yatılıyordu?
Artık son kozu oynamanın vaktiydi: Kendi seçmenine güvenip, ‘Evde zor tuttuğum bir %50 var’ diyerek, bu gururlu sivil direnişi, ‘bir kamyon adam yığma’ ve ‘bir iç savaş çıkarma’ tehdidi ile bertaraf edebileceğini düşünen sinirli bir başbakan vardı artık kameralar önünde… Açıklamalarında sağduyudan eser yoktu… Boyunduruğu altına aldığı ve çok güvendiği o dilsiz basın dahi birkaç gün süren şiddetli tepkilere artık seyirci kalamamış ve yayın akışının yönünü değiştirmişti.  Polis geri adım atmış, meydanlarda kutlamalar, şenlikler başlamıştı. Tıpkı en başından olması gerektiği gibi…
Her ne kadar eleştirsek dahi, bu hükümete ciddi bir teşekkür borcumuz var oğlum. Darbeli geçmişten ağzı yananların, evlatlarını üfleyerek büyüttüğü, politize olmaktan korkulan, çekinilen bir dönemde, insanların (yine siyasi yönlendirmelerden bağımsız, yalnızca özgürlükleri adına) sokaklarda tek vücut olabilmesine istemeden de olsa önayak olabilmek herkesin harcı değil. Birbirimizi sevmez hale getirildiğimiz bu ülkede, uzun yıllardır yaşanmamış bir kardeşlik duygusu ısıttı hepimizin içini. Birbirlerine sopalarla, bıçaklarla saldıran taraftarlar yerine, birbirlerinin atkılarını boyunlarına dolamış, kol kola meydanlarda slogan atan taraftarlar görüyoruz artık. Gerçekten teşekkürler…
Hiçbir şey değişmese dahi, artık pabucun pahalı olduğu ispatlanmış; iktidarın, gücün, herkesi kucaklamak yerine ayrıştırmak ve güçsüzü yok etmek yönünde kullanılmasının kimseye fayda sağlamayacağı görülmüştür.
Bu güzel ablaların, ağabeylerin, senin ve tüm kardeşlerinin kendi ülkende kendini bir azınlık, bir yabancı gibi hissetmemen için biber gazı soludular, cop yediler, tartaklandılar, tazyikli sularla oradan oraya savruldular, şiddet gördüler oğlum… Zekalarını ve mizah yeteneklerini ön plana çıkararak tepki verdiler. Hayattaki en etkili direnişin pasif direniş, şiddet içermeyen direniş olduğunun bilinciyle sokakları doldurdular. Orantısız zeka kullanımı, orantısız güç kullanımına galip geldi. Sağduyu kazandı…
Her şey,  sizlere, kendinizi ifade edebileceğiniz, kimsenin inançlarına ve yaşamlarına müdahale edilmediği, özgür ve laik bir ülkede yaşayabilmeniz içindi. Ülkemi terk etmeyi dahi düşünmeye başladığım şu buhranlı günlerde ‘Dur dostum’ dediler bana… ‘Nereye gidiyorsun? Burası senin vatanın. Sana ihtiyacımız var…’ Kendimi yalnız ve yabancı hissettiğim anlarda bir sel gibi sokakları, caddeleri doldurup, hiç de yalnız olmadığımı gösterdiler bana… Bu insanlar biziz oğlum… Biz, halkız…
‘Yaşamak…!
bir ağaç gibi tek ve hür,
ve bir orman gibi kardeşçesine…
Güzel günler göreceğiz oğlum, söz… Güneşli günler…
Seni çok seviyorum…
Mert

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder