Ekümenopolis: 1967 yılında yunanlı şehir planlamacı Constantinos Doxiadis taraf ortaya atılan günümüzün kentleşme ve nüfus artışı hızları göz önüne alındığında gelecekte dünyadaki bütün kentleşmiş alanların ve megapollerin kuşaklar halinde birleşeceği ve tek bir şehir oluşturacağı fikrini temsil eden bir terimdir.
Bu arada konunun İstanbul’da yapılması planlanan üçüncü köprü beraberinde oluşacak kaosu ve çarpık kentleşme problemini inceleyen aynı başlıklı güzeller güzeli belgeseli için bkz:
Eh böyle afilli bir tanımdan sonra konuya girelim artık. Meseleye sadece İstanbul değil de biraz daha geniş perspektiften bakmak gerekirse, takdir edersiniz ki, insan, it gibi üreyen bir canlı maalesef ve bu üremenin gidişatı oldukça endişelendirici bir hal almaya başladı. Memleketimizde ise üreme, çoğalma artık siyasi bir hedef, devlet politikası haline getirilerek iyice yavanlaştırılmış bir kavram durumunda. Eloğlu nüfusla baş edemeyip birden fazla çocuk sahibi olanları ciddi vergilere maruz bırakırken, genç (ve bir o kadar vasıfsız) iş gücü ile koltuklarımızı kabartıp Avrupa’ya ayarın hasosunu veren biz çılgın Türkler, ‘üçten az yapan top olsun’ politikası ile bir nevi arkayı dörtlüyor, kavşaktaki çevirmede çöküyor, safları sıklaştırıyoruz. Ha, güzel, sevişelim falan da, bu arkadaşlar nasıl yaşar, ne eder, ne iş yapar, nasıl karın doyurur pek bilinmez… Gerçi pıtır pıtır bitmekte en az insanımız kadar başarılı yeni üniversitelerimize bakılırsa, anlaşılan her canlı vize-final sendromunu bir gün mutlaka tadacak. Hele bi üreyelim de…
Nüfus meselesine sadece memleket bazında bakmak büyük bencillik olur tabii. Zaten memleket bazında çok da kafa yormaya gerek yok. Nihayetinde bizim nüfus planlamamız büyüklerimiz tarafından çoktan yapılmış (bkz: ters plan) durumda. Ama nüfus artışı, küresel bir sorun neticede. Az gelişmiş ülkelerdeki nüfus artışının, gelişmiş ülkelere oranla %75 fazla olması gerçeği, durumu daha da vahim kılıyor. Sonuçta umulan, artan nüfusla birlikte artan refah düzeyi… Ama artış düzeylerindeki bu orantısızlık, umudu çaresizliğe doğru sürüklüyor.
Peki nedir bu nüfus patlaması kardeşim? Neden bu kadar endişe verir bu kavram? Bu kadar tırsmanın yeri mi? Salar mıyız çayıra, hadi biz saldık, kayırır mı Mevla’m akabinde? Gibi sorular için bazı rakamlardan bahsetmek gerekli sanırım. Yaşam koşulları iyileştikçe her ülke, nüfus dönüşümü adı verilen bir sürecin zincirleme evrelerinden geçiyor. Ölüm oranları azalıyor ancak doğum oranlarının düşmesi biraz zaman alıyor. Sonuç: Zibille adam! (bir diğer deyişle, nüfus artışı) 2011 yılı itibariyle 7 milyarı vurmuş bulunuyoruz. Bu sayı ilk bakışta çok da fazla bir şey ifade etmiyor (en azından bana). Ama şöyle bir örnekle rakamlar oldukça çarpıcı hale geliyor: 12 yaşında hiç uyumayarak veya ara vermeyerek, her saniyede bir kişi sayacak olursanız, tam 44 yaşında ancak 1 milyar kişiyi saymış oluyorsunuz! Çılgın değil mi? 7 milyar kişiyi saymak ise 200 seneden fazla sürüyor… Belimize kuvvet! 2045 yılında küresel nüfusun 9 milyara ulaşacağı öngörülüyor. Peki, gezegene bu kadar abanmak bize yakışıyor mu? Yine eloğlunun laboratuarlarda ‘kök hücresinden yapay et’ ürettiği şu günlerde, doğal kaynak durumumuz nedir diye bir düşünmek gerekiyor.
National Geographic Ocak 2011 tarihli araştırma yazısına göre, doğum oranlarındaki düşüşe rağmen önümüzdeki on yıllar içinde nüfus, özellikle de yoksul ülkelerde artmaya devam edecek. Yoksulluktan kurtulmak isteyen milyarlarca insan, zengin ülkelerdeki insanların açtığı yoldan ilerlerse, onlar da gezegenimizin kaynakları üzerinde olumsuz etki göstermeye başlayacaklar. Ha, endişelenmeli miyiz? Açıkça söylemek gerekirse, insan kendi küçük dünyasına gömüldüğü zaman, nüfus patlamasının olumsuz etkilerini yalnızca sıkışan trafik, uzayan market kuyrukları gibi sıkıntılar çerçevesinde düşünüyor.
Nüfus konusu, kabuğunda yaşayan bizlerle birlikte, araştırmacıları da yüzyıllardır endişelendiriyor aslında. Nüfusbilim sürekli kıyamet söylemleri ile iç içe oldu. Hatta nüfus konusu, kıyamet alametlerinde dini öngörülerin bile ötesine geçmiş çoğu zaman. Yani İsrafil daha Sur’u üfleyemeden, kendi bokumuzda boğulabiliriz diyolaaa…
İt gibi ürememizin yanında artışı tetikleyen birçok gerekçe var tabii. Misal savaş, kıtlık ve salgın hastalıkların önüne geçilmiş olması. 14. yüzyıldaki Kara Veba salgınından bu yana dünya nüfusu hiç azalmamış mesela. Mısır ve patates gibi Yeni Dünya’ya özgü ekinlerin yaygınlaşması ve kimyasal gübrelerin keşfi, Avrupa’da kıtlığın sona ermesine büyük katkı sağlamış. 19. yy’dan bu yana insan atıklarının kanalizasyon yoluyla içme suyundan uzaklaştırılması, filtre edilip klorlanması ile kolera ve tifüs salgınlarının da önüne geçmiş. Yani demem o ki, insan kendi bokunu içmediği sürece uzun yaşıyor; uzun yaşadıkça mısır yiyeyim, patates yiyeyim derken aklı uçkuruna gidiyor ve tabi akabinde üreyip duruyor…
Konuyu tekrar ‘ekümenopolis’ ütopyasının öngördüğü kapsamda incelersek belki de ileride büyük şehirler kollar halinde bir birlerine kavuşacaklar hakikaten. Bunun çok da uçuk bir fikir olmadığını şimdiki tecrübelerle bile gözlemleyebiliyor insan. Kırsallardan kentlere akan kitleler, önce şehir merkezlerini dolduruyor, sonra merkezden şehir dışlarına kaçış başlıyor. Bu öyle bir kaçış ki, şehir dışlarına kurulan ve üst üste istiflenmemizi sağlayan yüksek apartman blokları yine yetmez oluyor ve daha dışarılara kayılıyor. Artık hepimiz küçücük fıçıcık içi dolu turşucuk dairelerimizde istif istif oturuyor, sosyal hayatımızla saklambaç oynuyoruz. Önümüz, arkamız, sağımız, solumuzdakilere sıkı sıkı gözlerimizi yumuyor, onlarla tanışmak bile istemiyoruz… Sanırım insanlar kalabalıklaştıkça daha da yalnızlaşıyor.
Bir çok çerve bilimciye göre bir zamanlar çok korkulan ve kıyasıya eleştirilen ‘kentselleşme’ kavramı artık bırakın korkulacak bir kavram olmayı, aksine teşvik edilen bir yönelim halini aldı. Yüksek apartmanlarda göz göz oturan insanlar, ısınmanın merkezi olması, elektrik, su giderlerinin azalması ve kapladıkları arazinin sınırlanması gibi tasarruflu yaşam koşullarna sahip olmaları bakımından birçok şehir bölge planlamacısı için bir nevi istemsiz bir şekilde ‘çevreyi koruyorlar’. Her ne kadar yüksek bloklara hapsolmuş ve sosyal hayatları AVM’lerle sınırlanmış insanların durumu oldukça acıklı olsa da, patlayan nüfus, yüksek yaşam standardı hedefiyle büyük kentlere akın edilmesi ve bu koşullar altında oluşturulan çevre düzenlemeleri, başka bir alternatif yol olmadığını gösteriyor.
Mesele, çarpık kentleşme sorunlarını da gündeme taşıyor tabii. Memleketimizde yürütülen kentsel projeler (peh! projeymiş!) , Seoul gibi hızla ancak oldukça sistematik büyüyen magapollerdeki gibi yürütülse, belki büyük şehir yaşamları da çekici kılınabilir. Yine yüksek bloklu sitelerden, AVM’lerden bahsediyorum. Ancak bu sefer hemen yanı başında bir gecekondu mahallesi olmayanlardan… Kaosun, düzensizliğin bir yaşam düzeni haline gelmediği yerlerden. Parkında oturup, şehrin stresinden biraz da olsa uzaklaşabileceğiniz…Bildiğin, düz asfalt yolu olanlardan hani… Yayalar için yürünecek yerleri falan olanlardan yani… İnsanların toplu taşım diye garip bir şey kullandığı, son model jipleriyle delik deşik yollarda, trafikte saatler harcayıp, lüks restoranlarda yemek yemek için otopark mafyalarına para ödemek zorunda kalmadığı şehirler… Neyse…
Artan nüfus, sınırlı kaynakları kullanım konusunda bilinçlenmeyi de beraberinde getirmiyor ne yazık ki… Bilakis, ekonomiyi ve tüm kollardan bağlı bulunduğu kapitalist düzeni canlı tutmak adına pompalanan tüketim kültürü, insanları daha hoyratça harcamaya, ihtiyaç dışı borçlanmaya, tüketip yok etmeye, sürekli yenisini, daha iyisini istemeye yönlendiriyor. Artan nüfustan çok çok daha beteri, tüketim çılgınlığına kapılarak artan bir nüfus olmalı… Kullan-at kültürü içinde büyümüş bizler için, küresel ısınma, GDO’lu besinler, fast food kültür(süzlüğ)ü, yenilenemez enerjiye bağımlılık ve bu bağımlılık üzerine kurulan yeni dünya düzeni gibi kavramlar ancak bir kaç zibidi - çevreci - aktivistin diline pelesenk olmuş safsatalar anlamına gelmekte ne yazık ki… Neticede artan nüfusa elbette çözümler üretilebilir ancak bu nüfusla gelen yok etme, tüketme üzerine dayalı yaşam tarzının yarattığı hasarın geri dönüşü mümkün değildir.
Neyse efenim, başınızı ağrıttım. Şöyle bir geriye baktım da fazla uzatmışım… Velhasılı kelam, üreyelim elbette ama bilinçli bilinçli… Arkayı dörtlemeden…
Mert
Bu ara üreme işine çok sardıııın..:))
YanıtlaSilBu konu başlığında yazar;
YanıtlaSilKendi çerçevesinde üreme organlarının ne kadar hunharca (sanki şirket arabası gibin) kullanıldığının altını çizmek istemiş...
yoksa 3le 5le işi yok yani yanlış anlaşılma olmasın :)
zaten dört demiş çok net...
Eline sağlık Mert'ciğim. Yalnız şu onbinler içinde fotoğrafa bakan beyaz gömlekli adam photoshop eseri midir acaba?
YanıtlaSilSevgiler..
Elbette bu üreme ve nüfüs artışı devam edecektir ancak bir doğal afet ya da salgın bir hastalık-değindiğin üzere- hesabı biraz da olsa geriye çekecektir. Kendini doğanın efendisi sanan insanı, er ya da geç, toprakana sallayarak tarih boyunca kendine getirmiştir. Yine böyle olacaktır; ya da insanlar az ihtimalle de olsa, büyük büyük bombalar ve savaşlarla bu durumu ara sıra düzeltir.
AKP'nin seçim broşüründen mi aldın yoksa? :))
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil