Daha tuhafı olmaz dedikçe daha da tuhaf günlerden
geçiyoruz.
Dünya, 2019 senesi sonlarında Çin’de başlayan bir
salgın hastalığın pençesinde kıvranıyor şu aralar.
Sanırım en başlarda hayatımıza giren diğer virüsler
gibi zamanla sönümlenmesi beklendiği için çok da önemsenmedi pek çok ülke
tarafından. Epidemi oldu pandemi, pandemi oldu endemi… (Kavram karmaşasından
sıyrılmak adına epidemik bölgesel, pandemik küresel ve endemik kalıcılık
anlamları içermektedir) Şu anda
özellikle tedbirlerini zamanında almayan ülkeler, bunun bedelini kapasite
yetersizliği çeken sağlık sistemleri ve yüksek ölüm sayıları ile ödüyorlar.
Türkiye’nin de bu ülkelerden biri olup olmayacağını şu an endişe içinde takip
ediyoruz.
Virüsün daha çok yaşı ilerlemiş insanları vurması,
genç birisi için kendisinin rahatsızlanmasından öte, çevresindeki yaşlılara ve
hastalara virüs bulaştırıp, onların ölümüne sebep olma gibi ağır bir vicdani
sorumluluk yüklediği için, bilinçli genç insanlar yaşlılardan daha tedirginler
ve sosyal izolasyon konusunda daha bilinçliler. Yaşlıları ise evde kalmak
konusunda zor ikna ediyoruz ve sokaklardan topluyoruz ne yazık ki… Üzerine bir
de ‘bana bir şey olmaz’, ‘Müslümana virüs dokunmaz’, ‘Virüs Türk’ten korksun’
tipi bir cehalet, virüs yayılımını ve ölümleri hızlandırıyor.
Salgın hastalıklar yaşlı dünyamız için yeni bir durum olmadığı
malumunuz. Tarihteki vakalara şöyle hızlıca bir bakacak olursak 12. yüzyılda
patlak veren Kara Veba, Avrupa’nın nüfusunu yarıdan aza indirmiş mesela. 15.
yüzyılda Coğrafi Keşifler sonucu Amerika kıtasının İspanyollar ve Portekizler
tarafından keşfi sonrası bölgenin yerli uygarlıkları olan İnkalar ve Aztekler,
Avrupa’dan gelen suçiçeği hastalığına bağışıklık geliştirmemiş oldukları için
tamamen yeryüzünden silinmişler. (Buna İspanyol ve Portekizlerin orada
yaptıkları toplu katliamlar da eşlik etti elbette) 20. yüzyılda yaşanan İspanyol
gribi ve kolera gibi salgınlar milyonlarca insanın canına mal oldu.
Ebola’sından domuz gribine, MERS’inden SARS’ına
pek çok salgın hastalık ile sınandık şimdiye dek.
Yani salgın hastalıklar dünya nüfusunu dengeleyen bir
mekanizma olarak arka planda hep çalıştı. Ancak son yüz yılık dönemde tıptaki
ve ilaç teknolojisindeki gelişmeler, geliştirilen aşılar, pek çok hastalığın
kontrol dışına çıkmadan sönümlenmesini sağladı. Bu öyle bir gelişme ki, doğal
olarak ölmesi beklenen insanları dahi bir şekilde hayatta tutabildik, ölümlerin
büyük oranda önüne geçebildik. Doğal seleksiyonu bitirdik, evrim yol haritasını
saptırdık. Bunun sonucu tabii ki olağanüstü bir nüfus patlaması ve ortalama
yaşam süresinin oldukça uzaması oldu. Kitlesel ölümlere yol açacak savaşların
son bulması, endüstriyel tarım teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde kıtlığın
önüne geçilmesi de ömrümüze ömür, nüfusumuza nüfus kattı. Kıtlık bir yana insanlar
başka bir öldürücü silah olan obeziteye yakalanacak kadar büyük bir bolluk
içinde buldu kendini. (en azından büyük bir kesim) Buna bir de tarım toplumundan endüstriyel ve akabinde
bilişim toplumlarına dönüşümün yol açtığı nüfus planlama bilinci de eklenince nüfusumuz
yaşlandı, gençler azaldı. Neticede tarım toplumunda ekonomik katkı olan görülen
çocuk, bilişim toplumunda masraf kapısı haine geldi.
Sayısı giderek artan yaşlı nüfus, üretime bir katkı
sağlayamayıp, emeklilik hakları bakımından da genç nüfusun ve ülke
ekonomilerinin bir yükü haline gelmeye başladı. Bugün hala pek çok ülke bu
ekonomik dengeyi oluşturabilmek konusunda bir hayli zorlanmaktalar. Biraz
acımasız ve mekanik bir bakış açısıyla yaşlıların mali sistemler için kambur
olarak görüldüğü bir dönemdeyiz denebilir. Ancak hepimiz için yaşlanmanın
kaçınılmaz olduğunu ve bu durumun bizim yaşlandığımız yıllarda daha büyük bir
sorun teşkil edeceğini de hatırlamakta fayda var.
Neyse konuyu çok da dağıtmadan (sonra bol bol dağıtacağım) şimdi yeni bir
salgınla, hiç tanımadığımız bir virüsle karşı karşıyayız. Geçmişe nazaran ülke
ekonomilerinin, insanların, iletişimin eskiye oranla çok daha küresel ve iç içe
olmasından kaynaklı virüsün yayılımı oldukça hızlı seyrediyor. Neler yaşanacak
endişeyle izliyoruz. Ancak şurası kesin: artık pek çok şey eskisi gibi
olmayacak.
Peki neler değişecek? Bu konuda yazmayan, çizmeyen,
ahkam kesmeyen kalmadıysa artık sıra bana gelmiş demektir. Sosyolojik olgular
konusundaki kehanetlerde, insanların Malthusvari yanılgıları kalabalık bir
safsatalar bulutu şeklinde birikiyor atmosferimizde. Komplo teorisyenlerinin,
felaket tellallarının ve çakma kahinlerin cesaret aldığı en önemli husus,
aslında bunlardan milyonlarca olması ve sonuçların karşılaştırılmalı takibinin
yapılmasının mümkün olmaması. Bir nevi ‘At yalanı, s.keyim inananı…’ durumu.
Tutarsa ne ala, tutmazsa ne kaybederim özgüveni. Hele ki sosyal medyanın
hayatlarımıza nüfuz etmesi ile bu spekülatif kehanetler ‘takipçi kasma’ itkisi
ile çok daha vahim bir noktaya geldi. Hepimizin teknik açıklamalara, rasyonel
yaklaşımlara karnı tok. En sivri, en uç, olasılığı en düşük tahminler haliyle
en çok ses getirenler, taraftar bulanlar. Valla kimse kusura bakmasın.
Hiçbirimizin tarihçilerden, sosyologlardan, akademisyenlerden ya da uzmanlardan
teknik martavallar dinlemeye mecalimiz yok. Bize bizleri yöneten birkaç
aileden, dünyanın sonunu getirecek felaket senaryolarından, laboratuvarlarda
üretilen virüslerden ve mümkünse kartların yeniden dağıtıldığı coğrafyalardan
bahsedin az az…
Atmosferimizde idiotik bir sera etkisi yapan bu safsata
emisyonundan rahatsız bir dünyalı olan Philip Tetlock, on seneyi aşkın bir
çalışma sonucu sosyal bilim alanında tam 28.361 tahminin/kehanetin takibini
bırakmamış. Aha da sonuç: Tahmin sahibi uzmanlar, doğruluk payı olarak rastgele
tahmin üreten bir yazılımdan çok az farklı bir orana sahipler. Bunlardan medya
kısmı, -özellikle elbette kıyamet ve ülkelerin parçalanma senaryoları
üretenler- en zayıf performansı gösterenler olmuş.
Kâhinleri en güzel Harvard’lı bir ekonomist olan John
Kenneth Galbraith tanımlamış: ‘İki tür
kâhin var: Bir şey bilmeyenler ve bir şey bilmediğini bilmeyenler’
Covid salgını gibi özellikle sosyokültürel ve ekonomik
anlamda pek çok taşı yerden oynatacak çapta bir krizde, dersler çıkarmak ve
geleceğe ilişkin tahminler yürütmek bir muamma yumağında cebelleşmekten öte
değil. Ama madem evlerimizde hapis boş beleş oturuyoruz, havanda su dövmekte
beis görmüyorum. Hiçbir şeyin uzmanı olmamanın sonsuz özgüvenini ve sessiz
kalmama hakkımı kullanarak çıkarımlarımı patır patır şöyle huzurlarınıza
bırakıyorum. Farklı konu başlıklarına odaklanan uzunca bir yazı dizisi olacak. Keyif
almanız ümidiyle…
Sevgiler,
Mert
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder