6 Mayıs 2020 Çarşamba

Covid19 Üzerine Martavallar...




Daha tuhafı olmaz dedikçe daha da tuhaf günlerden geçiyoruz.

Dünya, 2019 senesi sonlarında Çin’de başlayan bir salgın hastalığın pençesinde kıvranıyor şu aralar.
Sanırım en başlarda hayatımıza giren diğer virüsler gibi zamanla sönümlenmesi beklendiği için çok da önemsenmedi pek çok ülke tarafından. Epidemi oldu pandemi, pandemi oldu endemi… (Kavram karmaşasından sıyrılmak adına epidemik bölgesel, pandemik küresel ve endemik kalıcılık anlamları içermektedir)  Şu anda özellikle tedbirlerini zamanında almayan ülkeler, bunun bedelini kapasite yetersizliği çeken sağlık sistemleri ve yüksek ölüm sayıları ile ödüyorlar. Türkiye’nin de bu ülkelerden biri olup olmayacağını şu an endişe içinde takip ediyoruz.


Virüsün daha çok yaşı ilerlemiş insanları vurması, genç birisi için kendisinin rahatsızlanmasından öte, çevresindeki yaşlılara ve hastalara virüs bulaştırıp, onların ölümüne sebep olma gibi ağır bir vicdani sorumluluk yüklediği için, bilinçli genç insanlar yaşlılardan daha tedirginler ve sosyal izolasyon konusunda daha bilinçliler. Yaşlıları ise evde kalmak konusunda zor ikna ediyoruz ve sokaklardan topluyoruz ne yazık ki… Üzerine bir de ‘bana bir şey olmaz’, ‘Müslümana virüs dokunmaz’, ‘Virüs Türk’ten korksun’ tipi bir cehalet, virüs yayılımını ve ölümleri hızlandırıyor.

Salgın hastalıklar yaşlı dünyamız için yeni bir durum olmadığı malumunuz. Tarihteki vakalara şöyle hızlıca bir bakacak olursak 12. yüzyılda patlak veren Kara Veba, Avrupa’nın nüfusunu yarıdan aza indirmiş mesela. 15. yüzyılda Coğrafi Keşifler sonucu Amerika kıtasının İspanyollar ve Portekizler tarafından keşfi sonrası bölgenin yerli uygarlıkları olan İnkalar ve Aztekler, Avrupa’dan gelen suçiçeği hastalığına bağışıklık geliştirmemiş oldukları için tamamen yeryüzünden silinmişler. (Buna İspanyol ve Portekizlerin orada yaptıkları toplu katliamlar da eşlik etti elbette) 20. yüzyılda yaşanan İspanyol gribi ve kolera gibi salgınlar milyonlarca insanın canına mal oldu. Ebola’sından domuz gribine, MERS’inden SARS’ına  pek çok salgın hastalık ile sınandık şimdiye dek.

Yani salgın hastalıklar dünya nüfusunu dengeleyen bir mekanizma olarak arka planda hep çalıştı. Ancak son yüz yılık dönemde tıptaki ve ilaç teknolojisindeki gelişmeler, geliştirilen aşılar, pek çok hastalığın kontrol dışına çıkmadan sönümlenmesini sağladı. Bu öyle bir gelişme ki, doğal olarak ölmesi beklenen insanları dahi bir şekilde hayatta tutabildik, ölümlerin büyük oranda önüne geçebildik. Doğal seleksiyonu bitirdik, evrim yol haritasını saptırdık. Bunun sonucu tabii ki olağanüstü bir nüfus patlaması ve ortalama yaşam süresinin oldukça uzaması oldu. Kitlesel ölümlere yol açacak savaşların son bulması, endüstriyel tarım teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde kıtlığın önüne geçilmesi de ömrümüze ömür, nüfusumuza nüfus kattı. Kıtlık bir yana insanlar başka bir öldürücü silah olan obeziteye yakalanacak kadar büyük bir bolluk içinde buldu kendini. (en azından büyük bir kesim)  Buna bir de tarım toplumundan endüstriyel ve akabinde bilişim toplumlarına dönüşümün yol açtığı nüfus planlama bilinci de eklenince nüfusumuz yaşlandı, gençler azaldı. Neticede tarım toplumunda ekonomik katkı olan görülen çocuk, bilişim toplumunda masraf kapısı haine geldi.

Sayısı giderek artan yaşlı nüfus, üretime bir katkı sağlayamayıp, emeklilik hakları bakımından da genç nüfusun ve ülke ekonomilerinin bir yükü haline gelmeye başladı. Bugün hala pek çok ülke bu ekonomik dengeyi oluşturabilmek konusunda bir hayli zorlanmaktalar. Biraz acımasız ve mekanik bir bakış açısıyla yaşlıların mali sistemler için kambur olarak görüldüğü bir dönemdeyiz denebilir. Ancak hepimiz için yaşlanmanın kaçınılmaz olduğunu ve bu durumun bizim yaşlandığımız yıllarda daha büyük bir sorun teşkil edeceğini de hatırlamakta fayda var.

Neyse konuyu çok da dağıtmadan (sonra bol bol dağıtacağım) şimdi yeni bir salgınla, hiç tanımadığımız bir virüsle karşı karşıyayız. Geçmişe nazaran ülke ekonomilerinin, insanların, iletişimin eskiye oranla çok daha küresel ve iç içe olmasından kaynaklı virüsün yayılımı oldukça hızlı seyrediyor. Neler yaşanacak endişeyle izliyoruz. Ancak şurası kesin: artık pek çok şey eskisi gibi olmayacak.

Peki neler değişecek? Bu konuda yazmayan, çizmeyen, ahkam kesmeyen kalmadıysa artık sıra bana gelmiş demektir. Sosyolojik olgular konusundaki kehanetlerde, insanların Malthusvari yanılgıları kalabalık bir safsatalar bulutu şeklinde birikiyor atmosferimizde. Komplo teorisyenlerinin, felaket tellallarının ve çakma kahinlerin cesaret aldığı en önemli husus, aslında bunlardan milyonlarca olması ve sonuçların karşılaştırılmalı takibinin yapılmasının mümkün olmaması. Bir nevi ‘At yalanı, s.keyim inananı…’ durumu. Tutarsa ne ala, tutmazsa ne kaybederim özgüveni. Hele ki sosyal medyanın hayatlarımıza nüfuz etmesi ile bu spekülatif kehanetler ‘takipçi kasma’ itkisi ile çok daha vahim bir noktaya geldi. Hepimizin teknik açıklamalara, rasyonel yaklaşımlara karnı tok. En sivri, en uç, olasılığı en düşük tahminler haliyle en çok ses getirenler, taraftar bulanlar. Valla kimse kusura bakmasın. Hiçbirimizin tarihçilerden, sosyologlardan, akademisyenlerden ya da uzmanlardan teknik martavallar dinlemeye mecalimiz yok. Bize bizleri yöneten birkaç aileden, dünyanın sonunu getirecek felaket senaryolarından, laboratuvarlarda üretilen virüslerden ve mümkünse kartların yeniden dağıtıldığı coğrafyalardan bahsedin az az…

Atmosferimizde idiotik bir sera etkisi yapan bu safsata emisyonundan rahatsız bir dünyalı olan Philip Tetlock, on seneyi aşkın bir çalışma sonucu sosyal bilim alanında tam 28.361 tahminin/kehanetin takibini bırakmamış. Aha da sonuç: Tahmin sahibi uzmanlar, doğruluk payı olarak rastgele tahmin üreten bir yazılımdan çok az farklı bir orana sahipler. Bunlardan medya kısmı, -özellikle elbette kıyamet ve ülkelerin parçalanma senaryoları üretenler- en zayıf performansı gösterenler olmuş.
Kâhinleri en güzel Harvard’lı bir ekonomist olan John Kenneth Galbraith tanımlamış: ‘İki tür kâhin var: Bir şey bilmeyenler ve bir şey bilmediğini bilmeyenler’ 

Covid salgını gibi özellikle sosyokültürel ve ekonomik anlamda pek çok taşı yerden oynatacak çapta bir krizde, dersler çıkarmak ve geleceğe ilişkin tahminler yürütmek bir muamma yumağında cebelleşmekten öte değil. Ama madem evlerimizde hapis boş beleş oturuyoruz, havanda su dövmekte beis görmüyorum. Hiçbir şeyin uzmanı olmamanın sonsuz özgüvenini ve sessiz kalmama hakkımı kullanarak çıkarımlarımı patır patır şöyle huzurlarınıza bırakıyorum. Farklı konu başlıklarına odaklanan uzunca bir yazı dizisi olacak. Keyif almanız ümidiyle…  


Sevgiler,
Mert

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder