‘I’m a stone…
I do not move…
Very slowly,
I put snow in my mouth,
I take my time.
I let him come closer.
I do not tremble
I have no fear!
I’m a big boy now…’
‘… Ben bir kayayım. Kımıldamam. Çok yavaş, ağzıma bir parça kar koyarım. Böylece nefesimi göremez. Acele etmem. Yakınıma gelmesine müsaade ederim. Titremem. Korkmuyorum! Artık kocaman bir adamım…’
Çok sevdiğim, Enemy at the Gates filminin açılış sahnesinde küçük Vasilli’nin geyik avlarken fısıldayarak kendine cesaret verdiği bu cümleler dönüyor aklımda… Uzun zamandır hissetmediğim morarmış ellerimde ise, kendinden geçmek ile kendinde kalıp tüm gecemizin içine sıçmak arafında gezinen ufacık bir beden… Uykuya dalması için dilime doladığım saçma sapan uydurma şarkılar ve ortopedisi kaymış vücudumun zorlanarak yaptığı periyodik salınımlar… Elimdeki enstrümanlar bunlardan ibaret… Bir bilse diyorum… Bir bilse, uyumanın sonraları ne kadar kıymete bineceğini…
9 ay, anne-babayı bir hayli meraklandırıp, reytingler tavanda iken doğumun gerçekleşmesi açısından bizlere evrimsel süreç içerisinde biçilen en ‘optimum’ süre bence… Anlatabiliyor muyum? Hadise biraz pazarlama kokuyor. Süreç daha kısa olsa, bir şaşkınlık, durumu benimseyememe halleri, biraz daha uzun olsa, sıkılma, e hadi artık demeler falan olacak gibi… Tadında bir süreç sanki…
Na şuraya yazıyorum, (müspet ilimlere kafa tuttuğum her konuya, cehaletimi özgüvenimle örtmek için parmağımı yalayıp bir yerlere yazmakla başlarım), öyle ağzın burnun oluşması, ciğerlerin büyümesi, beyin hücrelerinin gelişim süreci falan tıraş… 9 ayın olayı, heyecanı maksimumda, anne-babayı her daim diken üstünde tutmak… Bu iddialarımla, ne evrimcilere ne yaradılışçılara yaranamayarak bir ilke de imza atmış oluyorum sanırım…
Diken üstünde tutulan günlerden kıç üstünde oturulamayan günlere geçiş, hızlı, ancak neyse ki vukuatsız oluyor. Bunun sevincini ve haklı gururunu yaşayamadan bir telaşe cümbüşünün içinde buluyoruz kendimizi. Bol İnşallah - maşallahlı ziyaretçi ağırlama fasıllarından arta kalan vakitlerde, emzirme, gaz çıkarma ve alt değiştirme rutinlerinin tüm hayatımıza egemen olduğu bir süreç başlıyor hayatımızda. Öğrenmem gereken çok şey var...
Çalan telefonun ayıplandığı (bildiğiniz telefona atar yapmaktan bahsediyorum), yüksek sesle konuşanın ‘şüphesiz ki, bizden değildir’ diye horlandığı, çalınan kapı ziline toplu cık cık seansları ile hayıflanılan, televizyonun sesinin en fazla bir diş açılabildiği, loş ışıklı, sessiz, pısık bir ev yaşantısından bahsediyorum. Her şey, evimizdeki sevimli cücenin uyumasına endekslenmiş durumda.
…Uykuya geçiş arifesi birçok kontrolsüz mimik sıralanıyor minik suratında... Önce ufak, dişsiz bir tebessüm ile moral bulurken, inceden sarkan alt dudağın hüznü kaplıyor içimi. Ağız şapırdatmalar, fırtına öncesi sessizliğin habercisi gibi. Ağlama sinyalleri veren çatık kaşlar ve hızlı nefeslerle heyecanım doruğa taşınırken, minik bir iç çekiş ve esneme ile rahatlıyorum. Farkına varmadan seri şekilde ifade değiştiren bu küçük surat, beni hızla değişen duygu sellerine sürüklüyor, psikolojimi bozuyor. Kalbim bu hızlı geçişlere hazırlıklı değil.
İnsanın en savunmasız olduğu anlar nelerdir diye geçiriyorum aklımdan. Çömeşmiş sıçan, dişçi koltuğunda ağzında aparatlarla kaskatı uzanan ya da prostat muayenesinde boncuk boncuk terleyen insan tiplemeleri geliyor aklıma ilk olarak... Bugünlerde, bunlara yepyeni bir figür ekleniyor: Kucağında bebek uyutan adam! Bu, oldukça iddialı bir senaryo… Kaşınan buruna bile müdahale edilemeyen bir acizlikten söz ediyorum. Eşleniği, mayına bastığını son anda fark eden adam figürü... Öyle bir Vahe Kılıçarslan çaresizliği ki…
Gerçekle tanışmadan önce kurduğum fanteziler geliyor aklıma: Bebeği omzuma atmışım, bir elimle sırtını tıpışlarken, bir elimle abur cubur yiyor, bir elimle ara sıra göz attığım kitabı tutuyor, diğer elimle de televizyon kanallarını zaplıyorum... Evet, (hayal bu ya) dört elimi verimli olarak kullandığım bilim kurgu harikası hayallerimden, saatlerce sabit pozisyonda kangren olmuş sol elimi, bebeğin uyumasını müteakip, kesip çöpe attığım tek elli bir hayata hızlı bir geçiş yaşıyorum.
Acizliğimin boyutları, elbette birçok örnek ile pekiştirilebilir. Misal, bebek kucakta ve tam da saatlerdir beklenen, o çok değerli uykusuna geçmek üzere… Yani karar anı! Tamam mı, devam mı? İşte o an, çevrende olan biten hiçbir şeyi değiştiremeyecek durumdasın. Televizyon açık ve Cübbeli Ahmet’in vaazı mı var? Sonuna kadar dinlemek zorundasın. Flash TV açık ve coşkulu bir Ankara Havası Eğlencesi mi veriyor? Ya da salak bir Acun yarışması mı var? İzlemek zorundasın. Hem de önceden belirlenmiş ses düzeyinde. Kumandaya uzanmayı ayağınla bile denesen o küçük bedenin standart pakete dahil edilmiş hareket sensörü devreye giriyor ve uyumakta direnen minik surat, az önce ağzına bir tüm limon sokulmuş gibi buruş buruş oluyor. Sonra hooop, uykuya geçiş aşamaları sil baştan…
‘… Ben bir kayayım. Kımıldamam. Gerçi biraz uykum var. Çok yavaş, ağzıma bir parça cips koyarım. Böylece çıtırtımı duyamaz. Oğlum, belim, kollarım uyuştu anasını satiim, hadi uyu... Acele etmem. Yakınıma gelmesine müsaade ederim. Titremem. Yalnızca bedenim zangırdıyor yorgunluktan, o kadar. Korkmuyorum! Ay, dalmışım, içim geçmiş bir an. Artık kocaman bir adamım… Kocaman, yorgun bir adam’
Sevgiler
Mert
çok eğlendim, harika!!!
YanıtlaSilSağol Güneş! İleride bizimkine 'ulen bizimkiler ne fedakarlıklarda bulunmuş' dedirtme yazıları bunlar... :)
YanıtlaSilBir baba olarak, hemde iki kız babası olarak ve de tam 4 yıllık babalık deneyimimden yola çıkarak, sekiz köşeli kasketimi de hesaba katarsak (babalığımı zaman zaman abartıyorum sanki, ama Fatih Kısaparmaktan "Bu adam benim babam" şarkısı düşünce aklıma böyle oluyor işte)güzel bir "baba" yazısı olmuş hatta "baba bir yazı" olmuş, elinize sağlık.
YanıtlaSilRidvan Bey selamlar,
YanıtlaSilBu baba yazi, sizin 'baba' yorumunuzla daha bir guzel olmus. Guzel gorusleriniz ve yorumunuz icin cok tesekkur ederim.
Anlatiminizdan ve sekiz kose kasketinizden, ne kadar iyi bir baba oldugunuza suphe birakmamissiniz. Umarim omlara haklari olan guzel bir hayat birakabiliriz
Sevgiler
Mert