13 Aralık 2012 Perşembe

insan satılık bir canlıdır...


Ne çok maskemiz var şu hayatta… İnsan daha yatağında uyanır uyanmaz maskelerini bir bir takmaya başlıyor. Her ortama, her duruma göre, bulunduğu kabın şeklini alan sıvı misali şekilleniyoruz. Evde ayrı, aileyle ayrı, arkadaşlarla ayrı, sanal dünyada ayrı, hele iş dünyasında apayrı insanlarız.  Bunu kötü anlamda söylemiyorum. Hayat, bir pazarlamadır. Elbette ki bu pazarlamanın içinde satmaya en hevesli olduğumuz malzeme bizzat kendimizdir.
İtiraf etmekte fayda var: Bir kere hepimiz, kendimizin ve yaptıklarımızın önemli olduğunu hissetme gereksinimi içinde kıvranan canlılarız. Önemli olduğunu hissetmenin yolu, hareketlerin, davranışların başkaları tarafından gözlemlenip yorumlanmasından geçer.
Sizce Facebook, Twitter gibi sosyal paylaşım araçlarını bu denli hayatımızın merkezinde tutmamızın,  her gittiğimiz yerden check-in’ler falan yapmamızın temel sebebi nedir? Sadece zamanı yakalamak mı? Sanki daha çok, takdir toplamak, beğenilmek ve böylelikle önemli ya da popüler birisi olduğumuzu hissetmek. Özeti: Kendimizi pazarlamak…
Hz. Mevlana’nın ‘Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol’ nasihati, her ne kadar içimizin dışımızın bir olması gerektiğini önemle vurgulayan bir ahlak dersi niteliğinde olsa da, 21.yy yaşamı göz önünde bulundurulduğunda, 13.yy naifliğine uzak, acımasız bir rekabet ve hayatta kalma dürtüsü hakim oluyor yaşamlarımıza. İş ilanlarında bile ısrarla vurgulanan o çirkin, İngilizceden Türkçeye tam çevrilecekken arafta kalmış ‘prezentabl’ kelimesi, hepimize az çok aynı çağrışımı yapmıyor mu? Kendini ne kadar satabilirsin? Ne kadar yüzsüz olabilirsin?
Hepimizin kendimizi farklı ve özel hissetmeye ihtiyacı var elbette. Bu ihtiyacın, bizlere daha çocukken ebeveynlerimiz tarafından empoze edildiğini söylesem yersiz olmaz sanırım. Ebeveynler, çocuklarını, onlara söylemek zorunda hissettikleri, ‘muhteşemsin, istediğin her şeyi yapabilirsin, özelsin…’ gibi gazlamalarla yetiştirdikleri müddetçe (aksi düşünülemez), küçük bedenlerimize sığmayıp taşan egolarımız, beğenilme ihtiyacımızı hatta bağımlılığımızı körükleyecektir. Egolarımız balon olup patladığında, hayatın, daha da kötüsü kendimizin sıradanlıkları bir bir tokat gibi yüzümüze çarpılmaya başlandığında ise,  gelsin depresyonlar, tatminsizlikler…
Şimdi maskelerden bir müddet sıyrılmayı deneyelim isterseniz. Bir insanı en yalın, en doğal ne zaman gözlemleyebilirsiniz? Cevabı basit olsa da içinde bir miktar paradoks barındırıyor: Yalnızken. Yalnız bir insanı gözlemleyebiliyorsanız zaten o insan yalnız değildir değil mi? Peki sizden, o hep kurduğunuz fantezilerde neredeyse ‘zamanı durdurmak’ kadar hatırı sayılır bir yere sahip olan ‘görünmezlik’ özelliğine sahip olduğunuzu düşünmenizi söylesem? Bu özelliğinizi nasıl kullanırdınız? Cinsel sapkınlıklarınızı röntgencilik aracılığı ile doyurmak adına mı? Banka soymak ya da suç işlemek adına mı? Birilerini korkutmak için mi? Yoksa maskelerinden sıyrılarak tek başına kalan insanların gerçek yaşamlarını ve karakterlerini gözlemlemek adına mı?

‘Görünmez olmak’ elbette hala yalnızca bir fantezi olarak kabul edilse de, çeşitli illüzyonlarla gözü yanıltmak hiç de uçuk bir fikir gibi gelmiyor insana. Günümüzde yeni geliştirilen teknolojilerle, özel şekillerde üretilen silindirlerin belli dalga boylarındaki ışığı, çevrelerinden dolaştırarak arkalarına geçirmeleri ve sadece o dalga boyu için görünmez olmaları sağlanabilmekte.
Elbette ki optik kuramları ve ışık teknolojisi seneler içerisinde büyük değişimlere uğradı. Nesnelerin insan gözünden çıkan ışınlar sayesinde görüldüğü Gözışın Kuramı’na karşı gelerek ışığın nesneden geldiğini savunan büyük alim İbn-i Heysem’den bu yana, optik bilimde bir çok aşamalardan geçilmiş olsa da, Heysem’in taa 11.yy’da iddia ettiği gibi, bakılan nesneden ışık yansıması olmazsa görmenin gerçekleşmeyeceği iddiası günümüze kadar kabul görmüş, ispatlanmış bir teorem. Bunu Heysem, o günün koşullarıyla, ‘parlak bir nesneye baktığımızda gözlerimiz acır, ama diğer nesnelerde acımaz. Eğer, gözden ışık çıksaydı böyle bir durum yaşanmazdı’ şeklinde açıklayabilse de, ortaya attığı iddia, o güne dek görme üzerine inanışları altüst etmişti. Görünen o ki, optik ile ilgili altüst edilecek daha çok konu var.

İbn-i Heysem
  Chuck Klosterman’ın ‘Görünür Adam’ adlı kitabı, bu senaryoyu, biraz daha bilimsel verilerle destekleyerek (Epidermal Kırılma Teorisi, ışığın soğurulması, görünmezlik özelliği sağlayan kostüm ve krem… gibi) psikiyatri seansları fonunda oldukça ilginç, eğlenceli ve güncel bir tarz ile kaleme almış. Fiziksel ispatlardan ve bunaltan teoremlerden uzak, daha çok psikolojik derinliğe sahip olan kitap, bir bilim dehasının sosyolojik projesi ve bunu takip eden travmalarını okuyucuyu yakalayan, kolay bir dille anlatıyor.


Vakit bulup okursanız hoşlanacağınızdan eminim.
Sevgiler
Mert


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder