Duvarında nedense kilim asılı salaş bir kebapçının yere yakınlıkta sınır tanımayan taburelerine çömeşmiş, oturuyoruz. Hafif sıçrasak kıçımıza kaçacak gibi duran taburelerde, rahatımızın yerinde olmadığı, eğrilen ortopedilerimizden açıkça gözlemlenebiliyor. Yaşken eğilmeyen ağaçlar gibi zorlanıyoruz. Şehirli züppe sakilliği üzerimizde, dizlerimiz ağzımızda, bizimle ilgilenmelerini, sipariş almalarını bekliyoruz…
Girişte ‘Hoş geldin aaabimm!’ diyen garsonu, kendimden beklemediğim olgunlukta, kırık boyunlu bir ‘eyvallah’ hareketi ile yanıtlıyorum. Bu jestleşmeler, modern şehir hayatım ile minimize ettiğim testosteron düzeyimde hatırı sayılır çalkantılar oluşturuyor. Erol Taş’ a dönüşmeme çok az kalmış olmasının bilinciyle özgüvenim tavan yapıyor.
Ocak başından süzülerek gelip üzerimize çöreklenen is (black smoke), ciğerimizde oluşturduğu hafif yanmayı müteakip, midemizi kazımaya koyuluyor. Kendi ciğerlerimizden çok, ocak başında cızırdayan ciğerler için hayıflanıyoruz.
Muhabbetimiz bıçak gibi kesiliyor. Herkesin buraya neden geldiği oldukça açık: İnsanlıktan çıkarcasına yiyeceğiz. En az bir iki damarımızı tıkamak için toplandığımız bu (m)is kokulu ortamda, gereksiz sohbetlerle kalan enerjimizi harcamamak en doğrusu.
Enerjimizi emen başka unsurlar da var elbette. Cızırtılı radyodan gelen ses, hepimizi derinden etkiliyor. Tellerine acı acı vurulan bağlamaya eşlik eden sancılı bir sesin tutsağı oluyoruz birden. Bir hüzün kaplıyor içimizi. Tıpkı yan duvarda asılı duran sucuk kangalları gibi kuruyoruz. Olgunlaşıyoruz…
Huzursuz bakışlarımız, daha çok, masaya konanlar kaymasın diye serilen şeffaf plastik üzerindeki kağıt servislere odaklanıyor. Kağıt servisler, üzerlerinden yağları damlayan kebap resimleri ile bezeli. Benetton çocukları misali halka olmuş kebap tabaklarının ortasında, whooper ateşleri içinden bize sırıtan bıyıklı bir adam var. Eli işte (et kıyıyor) gözü oynaşta gibi… Sokakta görsem çekineceğim dayıdan o an müthiş bir elektrik alıyorum. Bakışları ve müstehzi gülümsemesi ile adeta ‘Hoş geldin!’ diyor, ‘geç otur şöyle de şölen başlasın…’ Kıllı parmak aralarında et parçaları olan böylesi çirkin bir adamın bu kadar davetkar ve çekici olması paradoksu bir an zihnimi kurcalıyor.
Ocak başından gelen kor sıcaklığı ile birlikte, servis kağıtlarına menü bastırmanın samimi pratikliği ısıtıyor içimizi. Bir an önüme konan çatalın üzerine yapışmış bir maydanoz artığı dikkatimi dağıtıyor. Kendimi tırnağımla maydanoz parçasını kazırken buluyorum. Ancak dikkatimi toparlamakta zorlanmıyorum. Tekrar servis üzerindeki menüye odaklanıyorum. Beşinci kez alnım üzerinde aynı yere konmayı beceren kara sinek, bir anlık tadımı kaçırsa da, onun benden önce de burada olduğunu düşünerek kendimi yatıştırıyorum. Alnımdaki sinekle birlikte menüyü inceliyorum.
‘Ne yaptıram abi size?’ diye aceleyle üzerimize geliyor garson. Kalın sesi arkadaşça, ancak telaşlı. Buradaki tek garson olduğu ve kan ter içinde masa masa dolaştığını, is kokusuna baskın gelen ter kokusundan anlıyoruz. Kırışık kumaştan dikilmiş siyah pantolonunun üzerine giydiği gömleği, is beyazı. Aklımızdaki 1,5 niceliğini ne ile tamamlayacağımız konusunda halen kararsızız. Bu tip durumlarda en iyi zaman kazanma taktiği olan soruyu soruyorum: ‘Neyin var şefim?’ Buna, zaman kazanmak için ustayla langırt oynama adı verilebilir.
Normalde, bindiğim dolmuşta şoföre ‘kaptan’, yolda tanımadığım adama ‘usta’, restoranlarda garsona ‘şef’ diyen bir insan değilim. Hatta ‘siz’li hitap şekillerinden hoşlanırım. Ancak oyunu kuralına göre oynamalıyım. Hayatta kalmak, saygı görmek ve iletişim kurmak için (tipten falso versem de) ‘ağır abi’yi oynamak durumunda kalıyorum. Oynadığım ‘ağır abi’ kabul görüyor ve garson da aynı ağırlıkla bana cevap vermeye hazırlanıyor. Ortamın ağırlığı, bir an sessizlik yaşansa silahlar konuşacakmış gibi bir hava estiriyor. ‘Çöp şiş mi? Dan dan dannnn!!’
Takındığı havadan beklenmeyen bir atiklikle, bir çırpıda yanıtlıyor:
‘Adanaaaiskendeertavuk şişçöp şişbeytikülbastılahmacunhebehübe’
Beklediğim süreyi kazanamıyorum…
Karasızlığıma arkadaşlarım yetişiyor. ‘Ben bibuçuk çöp şiş aliim’ diyor koca götlü. Derken ağzı çemçürüyor. Bibüçükçöpçiş… Hemen yanındaki Quasimodo, onun cümlesini cool bir ciğer ile noktalıyor.
‘Bibuçuk Adana çek bana!’ diyorum. Onlar siparişlerini rica ederken benim siparişin ‘çekilecek’ olması, ayrıcalığımı ortaya koyuyor. Garson başıyla onaylayıp, adisyona belirsiz notlar alırken, ölüm sessizliği kaplıyor ortalığı. ‘Ortaya yeşil, çiköfte getiriyorsun değil mi?’ diyerek ortama iyice hakim oluyorum. Böylelikle, buranın müdavimlerinden olduğumu, gelen ikramlardan haberim olduğunu vurguluyorum. Ortaya şiş kuyruk yağı ‘attırarak’ marjinalleşirken, gittikçe kabaran karizmamı, herkesin ayran istediği sırada şalgam söyleyerek zirveye taşıyorum…
Gelen sıcak lavaşla parıldıyor gözlerimiz. Üzerime örtmek istiyorum adeta. Açlığımızın hıncını ağzımıza top top yaparak attığımız lavaşlardan çıkarıyoruz. Bir süre sonra masaya etlerin de gelmesiyle National Geographic Wild’a taş çıkartan görüntüler ortaya çıkıyor. Eteğimizdeki Erol Taş’ları döküyoruz sofraya. Masadaki yağ, bir süre sonra ağız çeperlerimize taşınıyor. Ufak geğirtiler ve ağız şapırdatmalarla kutsuyoruz bu şöleni.
Quasimodo’nun göz kapakları ağır, kocagötlünün tombul yüzünde tebessüm, benim alnımdaki kara sinek ısrarlı, radyodaki dayı dertli, garsonumuz terli…
Hazımsız ve mutluyuz…
Sevgiler…
Mert
Kendimi bir an malatyada hissettim, kalbim sikisti. Cok guzel betimlemissin, bu acken sacma sapan sinirsiz et yeme kapasitesi sadece erkeklere (bize)mi ozgudur.
YanıtlaSil..???