14 Eylül 2012 Cuma

et yidık...









Hayvan rızası efsanesinin post-Darwinci bir uyarlaması…

‘… Evcilleştirme, evrimsel bir gelişimdir. Ancak bu, insanların on binlerce yıl önce hayvanlara dayattığı bir düzen değildir. Bilakis evcilleştirme, bilhassa fırsatçı olan bazı türlerin, kendi kendilerine değil, insanlarla birliktelik kurarak yaşamlarını sürdürme ve gelişim sağlamanın daha muhtemel olduğu Darwinci deneme - yanılma yöntemi vasıtasıyla keşfettiğinde gerçekleşmiştir. İnsanlar, hayvanlara yiyecek, içecek, barınak sağladı, hayvanlar buna karşılık insanlara süt, yumurta ve et verdi. İnsanlar ile hayvanlar arasında yapılan bu anlaşmanın, hayvanlar açısından en azından şimdiye kadar gayet verimli olduğu aşikar… ‘

Nicedir yazacağım, bir türlü elim gitmiyor bu meseleye… Meseleyi savsakladığımdan değil, bilakis kendime bile dürüst olmakta zorlandığım bu konuyu nasıl kaleme alsam diye çok kafa yorup, hep sonrasına ertelediğim için…

Hele de ‘bir kebapçı hatırası…’ başlıklı yazımın hemen ertesinde, içeriği taban tabana zıt bir yazı yazmak sanırım bir hayli zor olacak.
Yazacaklarım, bundan sonraki yazılarda devamını getireceğim ‘kitap önerisi’ kategorisi altında okunabilir.
Birkaç yıl önce bir tekne turunda birlikte tatil yaptığımız Avusturyalı ‘vegan’ arkadaşları daha yakından tanımamla başladı her şey… Bilmeyenler için veganların, vejetaryenlerden bir kademe daha sıkı bir  yaşam tarzını benimseyen insanlar olduğunu, yani etin yanı sıra hayvansal her türlü ürünü (yumurta, peynir, süt… vs.) yemeyi reddettiklerini belirtmek isterim.





Bir de şunu belirtmek isterim ki, - bu satırların sizi ufaktan işkillendirdiğini sezdiğim için - bu bir vejetaryen yazısı değildir. Okumaya niyetiniz varsa, lütfen sonraki satırların bunun bir vejetaryen propagandası olarak yazılmadığını, temel amacın ‘sınai (endüstriyel)   besicilik’ ile sofralarımıza neler sunulduğunu bilgilendirme adına yazıldığını bilin. Kimsenin et yemesini önlemek gibi bir niyetim yok. Öyle olsaydı kendimden başlardım. Zira belirgin köpek dişleri ile, insanoğlunun etobur olduğunu düşünenlerdenim.  (nıhahaa!!)
Ancak vejetaryenlere karşı yürütülen saldırgan propagandaları da anlayabilmiş değilim. İnsanoğlu, doğası gereği, kendinin yapamadığı ya da yapmak istemediği şeyleri yapabilen insanlara saygı duymaktan çok hakaret etmeyi tercih ediyor sanırım. Bkz:


Veya,




Ecnebi arkadaşlarıma dönecek olursak, her gün mangal yapılan, denizden türlü türlü balık çekilen bir ortamda bizleri büyük bir olgunlukla izlediklerini, kömürde ızgara tavuk parçalarımızı Erol Taş stili kopararak kahkahalar eşliğinde hunharca çiğnerken önlerindeki tofu ve sebze köftelerinden başlarını kaldırmadan sebatla tatillerini tamamladıklarını söyleyebilirim. Fikirlerini ya da yaşam tarzlarını yaymak, bizi kendilerine dönüştürmek gibi bir çabaları asla olmamıştı. Ya Türk’ün kendinden farklı olana duyduğu tuhaf ve tacizkar merak, ya da bu pasif direnişin cazibesinden olacak, onları tanımaya, yaşam tarzlarını öğrenmeye çalışmıştım.
Tatil bittiğinde kafamda dönen düşünce gayet netti: ‘Deli la bunlar!…’
Sonra bir dizi tesadüf, bir birini izledi. İnternetten ulaşılması oldukça kolay, ancak izlemesi bir o kadar zor olan ‘Earthlings’ adında bir belgesel izledim. Bu belgesel, hayvanlara yapılan akıl almaz zulmü,  5 ana tema altında, gerçek video kayıtları ve gizli kamera çekimleri ile çırılçıplak gözler önüne seriyordu. Uzun bir süre etkisinden kurtulamadım. Zannedersem bu süreçten sonra neden et yediğimi olmasa da, neden bu kadar fazla et tükettiğimi sorgular oldum. Bu zamana kadar ‘Et Yidık’ mottosu ile yaşamış biri için bu sorgulama, büyük bir adımdı.
Bu kadar badireden sonra, beslenme alışkanlıklarımda radikal değişiklikler oldu mu? Hayır. Ancak ufaktan bir şeyler beni rahatsız etmeye başladı. Rahatsızlığın asıl çıkış noktası, et yemekten ziyade, et yerine bize ‘bok’ yediriliyor oluşuydu. Ayrıca çevremdeki beslenme alışkanlığının tamamen ‘et’ odaklı olması, et dışında bir seçeneğin neredeyse bulunmaması oldukça rahatsız ediciydi. Bu, bize dayatılan bir beslenme çeşidiydi ve bu dayatma talebi büyütüyor, buna bağlı olarak arzı tetikliyordu. Ortada çok ciddi bir ekonomi vardı.
Earthlings belgeselinde izlediğim bir hayli rahatsız edici, mide bulandırıcı görüntünün etkisinden tam kurtulamamışken bir de Jonathan Safran Foer’in ‘Hayvan Yemek’ (Eating Animals) adlı kitabını okudum. Çok detaylı bilimsel raporları ve araştırmaları içeren bu kitap (yazar 3 yıl boyunca edindiği kaynakları derlemiştir) ile ilgili anektodları ilerleyen satırlarda sizlerle paylaşacağım.


Ama öncelikle ‘sınai besiciliğin’ ne olduğunu iyi tanımlamak gerekiyor sanırım:  

         Ekonomik boyutu:

-          Sınai besicilik, hacmi yaklaşık 140 milyar doları aşan bir endüstri yaratmakla kalmaz, endüstri, yaşadığımız gezegenin üçte ikisine yayılır. Böyle bir güç, ekosistemin ve iklimin gidişatını pek tabii değiştirebilir.

         Kültürel boyutu:

-          Binlerce yıl boyunca çiftçiler doğanın işleyişinden faydalanmıştı. Oysa sınai hayvancılık doğayı üstesinden gelinmesi gereken bir engel olarak görür.
-          Kolay, kalitesiz, gereğinden fazla ve ucuz tüketim prensibine dayanan sınai besicilik yeme alışkanlıkları ve kültürlerine büyük darbeler indirir. Bilinçsiz ve gereksiz tüketen ve bunun sonucu sağlık sorunları ile mücadele eden bireyler, toplumlar hedefler. (bu konuda da oldukça başarılıdır)

         Çevresel boyutu:

-          BM’ye göre çiftlik hayvancılığı sektörü, sera gazı emisyonunun %14’inden sorumlu. Bu, tüm ulaşım sektörünün (araba, kamyon, uçak, tren ve gemiler) birleşiminden aşağı yukarı %40 daha fazladır. Hayvan yetiştiriciliği, insan kaynaklı metan gazının %37’sinden sorumludur.
-          Sınai hayvancılıktan gelen hayvansal ürünleri tüketen kişi, kelimenin anlamını saptırmaksızın kendini ‘çevreci’ olarak niteleyemez.
-          ABD’deki çiftlik hayvanlarının tümü, insan nüfusuna oranla 130 kat daha fazla atık üretiyor. Onca bok, kötü idare edildiğinde nehirlere, göllere, okyanuslara karışıyor – yaban hayatı yok ediyor. Havayı, suyu ve karayı insan sağlığına zarar verecek ölçüde kirletiyor.

·         Ahlaki boyutu:
-          Sınai besicilik, hayvanları bir canlıdan ziyade, üzerinden maksimum kar edilecek  bir mal olarak görür. Bu da, onları genleri ile oynayarak bir mutant haline getirme, ömürleri boyunca kapalı mekanda tutma, hastalıklı ortamlarda yetiştirme, işkenceye maruz bırakma, verimliliği artırmak için işe yaramayanları acı içinde ölüme terk etme, istifleme , aç bırakma, şişirme, şuurları açıkken kesme gibi bir çok insanlık dışı metodu  beraberinde getirir.
  • Sağlık boyutu:
-          Sınai besiciliğin beslendiği temel endüstrinin, yani fast food endüstrisinin, (KFC, McDonalds, Burger Kings…) insanlığın şu anda bir numaralı mücadele konusu olan obezite ve buna bağlı diyabet, yüksek kolesterol, kalp –damar rahatsızlıkları, kanser gibi hastalıkların tetikleyici ve temel unsuru olduğunu belirtmek bile yersiz olur sanırım.
Sınai besicilikte Amerika kadar ileri gittiğimizi ve dejenere hale geldiğimizi elbette düşünmüyorum. Ancak ABD’nin açtığı (dayattığı) yolda ilerlemekte hiçbir zaman hiçbir sakınca görmemiş ülkem adına haklı endişelerim var. Sorulması gereken soru oldukça basit: Bu kadar fazla ve ucuza et tüketmek zorunda mıyız? Artan et tüketim talebi, beraberinde sanayileşmiş hayvancılığı büyütüyor ve yerel besi çiftliklerini bir bir yok ediyor. Tabi beraberinde genetiği değiştirilmiş hayvanlarla sağlığımız ciddi anlamda tehdit ediliyor.
Almanya’da bazı ilkokulların yemekhanelerinde haftada belirlenen iki gün, etsiz yemek çıkarma sistemi, bu konunun önemine vurgu yapar nitelikte. Onlar gelecek nesillerini düşünüyorlarsa biz neden düşünmeyelim?
En azından tükettiğimiz besinin hangi koşullarda bize sunulduğunu bilmek en doğal hakkımız. Ancak sınai besicilik firmalarının bir çoğu dışarıya kapalı, şeffaflıktan uzak olarak üretime devam etmektedir. Bu konuda seçici ve bilgi sahibi olmak, sanırım hepimizin görevi.
Kitaptan birkaç alıntı daha yapmak gerekirse:
·         ‘Yediğimiz karidesin her bir kilosu için toplamda 26 kilo deniz canlısı öldürülüp, denize atılıyor.

·         KFC, yılda yaklaşık 1 milyar tavuk satın alıyor. Bu tavuklar, 30 günlükken öldürülür.



       
·        Tavuk çiftliklerinde: Dişiler olgunlaşır olgunlaşmaz (16-22 hafta) kümese alınır ve ışık azaltılır. Bazen 1 hafta boyunca tamamen karanlıkta bırakılırlar. Sonra 2-3 haftalık düşük proteinli bir ‘açlık diyeti’ne tabi tutulurlar. Ardından ışıklar günde 20 saat açık tutulur, böylece bahar geldi zannederler. Üstüne yüksek proteinli yem verilir. Anında yumurtlamaya başlarlar. Öyle bilimsel hale getirirler ki olayı, istedikleri zaman durdurup istedikleri zaman başlatabilirler. Her şeyi kontrol altında tutan endüstri, kuşları yıl boyunca yumurtlaya zorlayabiliyor. Bu yolla tavuklar yılda 300’den fazla yumurta bırakıyor.(doğal olanın 2-3 katı fazla) İlk yılın sonunda tavuklar öldürülür, çünkü önceki sene kadar yumurtlayamazlar. Endüstri daha az yumurtlayacak kuşları besleyip barındırmaktansa kesmenin daha ucuza mal olacağını bilir. Bugün kümes hayvanlarının etinin bu kadar ucuz olmasının en büyük sebebi bu uygulamadır. Bedel, kuşlar tarafından ödenir.

·       Süpermarketten aldığınız hindilerin biri bile, bırakın zıplamayı veya uçmayı, yürümeyi beceremez. Çiftleşemezler. Hiçbiri bunu beceremez. Hepsinde bu salak genlerden var ve bedenleri çiftleşmeye imkan tanımıyor. Bu hindilerin hepsi yapay döllenme ürünüdür. Söyleyin, bunun neresi sürdürülebilir?

·       Domuzların en çok hoşlandıkları şeyler açık havaya erişimle mümkün dür. – koşmak, oynamak, güneşlenmek, yemlenmek ve hafif bir esinti serinliğinden faydalanmak için çamur ve suya girmek (domuzlar yalnızca burunlarından ter atar)- Ancak bugünün sınai çiftliklerinde domuz ırkları genetik olarak öyle değiştirilmiştir ki, çoğunlukla güneş ve hava koşullarından arındırılmış, iklim kontrolü sağlanmış yapılarda yetiştirilmeleri gerekir. En yapay ortamlar dışında hiçbir yerde yaşamını sürdüremeyen yaratıklar üretiyoruz. Modern genetiğin muazzam gücünü, daha fazla acı çeken hayvanlar üretmeye odakladık.

·       Kesilmeyi bekleyen domuzun kalp krizi geçirmesi veya ayakta duramayacak hale gelmesi pek sıra dışı değil. Aşırı stres, nakliye, ortam değişikliği, indir bindir, kapı ardındaki ciyaklamalar, kan kokusu, vurucunun el kol hareketleri… 

    Kitabı bu konuda bilinçlenmek adına okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Belki yaşamımızdaki bir takım alışkanlıkları değiştirmenin tam da zamanıdır…

Sevgiler

Mert

4 yorum:

  1. vejetaryenlerin en hassas noktasi, hayvanlara/ dogaya yapilan zulum/tahribat konusunda pasif kalmalari.
    Boyle oldukca da tutumlari bencil bir vicdani rahatlamadan oteye gidemiyor...

    halbuki kendisi et yemese bile, earthlings'te sergilenen tablo varolmaya devam edecek. Ayni kisi bir etyiyen olup, bu tabloya karsi mucadele veren, o sartlari duzetlmeye cabalayan, gerek maddi yardim, gerek aktivist hareketlerle katilim veya onculuk ederek, bu cok daha iyi olur.
    ha hem vejetaryen hem de aktivist ise, o zaten gayet disiplinli ve prensipli bir durus; soylenecek bir sey yok. ama yok efendim ben evimde su az kullaniyorum, et yemiyorum sut icmiyorum, ..bik bik edip sonra ordege tecavuz edenlerin ceza almasina calismiyorsa, esas buyuk samimiyetsizlik orda demektir bu. (benim patronum bunlardan biri mesela - cok gicik)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İpek katılıyorum yazdıklarına. Ancak bence vejetaryenliğin en sevimsiz hale geldiği nokta, bence bunun havalı bir marjinal hareket ya da trend olduğunu düşünüp bunun üzerinden kibir yapanlar, kendilerini pek bir farklı görenler.
      Hayvanseverliğe gelince,kapsamını minnoş kanişlerinden ilerisine geçiremeyen kokoş entellerin elinde meze olmasına katlanamıyorum.
      Et yemeyen herkesin bir yandan da aktivist olmasını beklemek ütopik ancak bu duruşlarındaki samimiyeti dediğin gibi her alanda göstermeliler. Diğer türlüsü bahsettiğim havalı marjinal hareketten öteye geçemez maalesef.
      Ama ben et yemesem ya da azaltsam, seçici olsam da dünyadaki bu düzen böyle devam eder yaklaşımını da pek doğru bulmuyorum. Neticede değişim bireyden başlar.
      Zaten yazıda belirttiğim gibi amaç, et yemeyi önlemek değil de en başta bu tüketim hakkında bilinç sahibi olmak olmalı bence.

      Sil
  2. Mert, Alex yazdIklarInI okusa kesin cok duygulanIrdI..
    Ben aktivist degilim, sadece dIsarda et yemeyi bIraktIm, evde hayvanlarIn yetistirilisine dikkat ederek (ve de biraz fazla ödeyerek) aldIgImIz etleri yiyoruz. Kötülüklerden uzak kalmaya calIsan herkes aynI zamanda kötülerle mücadele etmek zorunda degil. Aktivist olsak iyi olurdu ama su anda degiliz. Degisimin kendimizden baslamasI gerektigine ben de inanIyorum ve de sana katIlIyorum, yes you can :P

    YanıtlaSil
  3. Başta Mert olmak üzere sizleri esefle kınıyorum.. Kamuoyunun zihnini bulandırmayın.. Bu kitaplar hep sebze üreticileri birliğinin karalama kampanyası sonucudur. Sizlere gerçek bilimi yansıtan Karatay Hocanın kitabını tavsiye ediyorum.. Bahsettiği hayat tarzında et-tereyağ-süt-yumurta serbesttir.. Tabi doğal olmak şartıyla.. Onu da nereden buluruz bilemiyorum.. Doğal diye bir sürü para verdiğimiz gıdalar ne kadar doğal acaba?! Neyse sanırım kendimle çelişiyorum ama et hayattır, et candır (yazında sık sık ete karşı olmadığını söylemişsin ama yine de belirtmek istedim)..

    Bu arada Mert, sizin son Malatya seferinizdeki et tüketiminizden ötürü Malatya et arzı halen talebe yetişemedi.. Halk aç, sizin yedikleriniz nedeniyle.. O nedenle senin et tüketimini azaltma kararını dünyadaki açlığın bir nebze de olsa azalması açısından faydalı buldum aslında; ancak bir kez daha belirtmek isterim et hayattır, et candır.. Ona yetişecek tek besin hamurdur.. Mis gibi börekler, sütlü kadayıflar, fıstıklı sarmalar, kömbeler, mantılardır.. Neyse Allah'tan aç değilim..

    YanıtlaSil