10 Ağustos 2012 Cuma

yumuşak karınlar, paralize babalar…


Suistimale açık, yumuşak karınların kıyasıya tekmelendiği  her sektörde olduğu  gibi ( sağlık, eğitim, evlilik… vs.) bebek alışverişlerinde de, ebeveynlerin başına gelecek bu anı dört gözle bekleyen esnaf arkadaşlar olduğunu ve beni, maliyetinin 500 katına kadar çıkan fırsat ürünleri silsilesinin beklediğini az çok kestirebiliyordum aslında…
 
Bu coşku seline kapılmış dört-gözlü esnaf arkadaşların güler yüzlerinin ve sempatik tavırlarının arka planında oldukça ilkel bir felsefe yatıyordu: ‘Hayırlı olsun. Bebeğinizi kucağınıza almadan önce buyurun şöyle, biz sizi kucağımıza alalım…’
Siz şimdi algıda seçicilik falan dersiniz kesin, ancak bence her şey bir gecede değişiyor. Ben, baba olacağımı öğrenmeden önce, memlekette bu kadar fazla bebek mağazası ve oyuncakçı olmadığından eminim. Şu anda, alışveriş merkezlerinde, neredeyse koca bir kat, bu mağazalara tahsis edilmiş durumda. Kendimi ‘Truman Show’ da hissediyorum bazen. Size evlilik arifesi bu mağazaların bulunduğu yerlerin hepsinin  ‘kuyumcu’, ‘gelinlikçi’, ‘çiçekçi’  ve ‘takım elbise’ mağazaları olduğuna yemin bile edebilirim. Birileri üzerimde çok fena oyunlar oynuyor. Zamanı gelince bir tuşa basıyorlar ve hoop, Altınbaş Kuyumculuk oluyor sana Libas Bebe!
Neyse, ‘yumuşak karnıma’ dönecek olursak, her sektördeki satış stratejisinin farklı olduğunun ve çeşitli atraksiyonlarla bir şekilde tüketiciyi punduna getirmenin, bir ‘marketing’ başarısı olarak kabul gördüğünün farkındayım.
Ancak bebe mağazalarında bu strateji, sizi girişte yakalıyor. ‘Miiiiini maaaanniii moovvv’ tipi şarkılar eşliğinde, girer girmez beyin felcine uğranan ve hiçbir şeyin mantık süzgecinden geçirilemediği bu pudra kokulu ortamlarda, akıl tutulması yaşamamak pek mümkün gözükmüyor. Aklına mukayyet olmaya çalışan anne –babaların bu beyhude çabalarına bitirici darbeyi, dev ekranlarda hipnoz amaçlı gösterilen Baby TV videoları vuruyor.

Dükkanda çalan ‘extra slow hits’ şarkılara, oyuncaklar üzerindeki ‘try me’ leri aktive edilen ‘vırn vırn’ diyen arabalar, ‘taka taka taka’ ateş eden silahlar,’zırnn zırnn diye çalan plastik telefonlar’ ve ‘Merhaba! Haydi saymaya başlayalım, biiir, ikiii, üüççç…’ diyen o tuhaf sesli çocuk eşlik ediyor. Tuhaf sesli çocuğa insan sormadan edemiyor: ‘Daha yeni tanıştığın biriyle sayma hevesi nereden geliyor?’ Çok meşhur bir çocuk bu. Hemen tüm oyuncakların içinden onun sesi yükseliyor. Konsept, hemen hemen aynı. Haydi bayık bayık şarkılar söyleyelim; üzerine bir de sayı saydık mıydı değmeyin bunun keyfine! Ürkütücü çatlaklıkta bir sesi var sanki. Isınamadım gitti. Samimi değilmiş gibi geliyor bana. Benimle sayı saydıktan sonra gidip hemen bir başkasıyla aynı keyifle sayı sayabilecek olması sanırım beni iten… Neyse…

Etraftaki parametre çokluğuna, bir de o yana bu yana çığlıklar eşliğinde koşarak, kimi zaman birbirlerine çarpıp düşen çocuklar ekleniyor. Düşmeleri ya da muvaffak olunamamış oyuncak ısrarlarını, hıçkırıklı ağlamalar ve hemen akabinde ‘tepinerek anırmalar’ takip ediyor. Ağlayan çocuklar, sakatlanıp sedyeyle saha dışına alınan futbolcular gibi arabalarında mağazadan çıkartılıyorlar.
Bu cümbüş karşısında bakışlarım donuklaşırken, kendimi bir yandan da ‘Ay her şeyin küçüğü ne tatlıııı, şuna bi baksanaaaa… ayy bunları neden büyükler için de yapmıyorlar?’ tipi yorumları onaylarken buluyorum.  Ayıcık kulakları olan turuncu bir berenin, ya da zürafa motifli bir gömleğin, büyükler için de üretilmesi ve ne de güzel olabilmesi artık kafamda abesle iştigal eden bir durum değil. Tıpkı her şeyin küçüğünün, büyüğüne oranla 5 kat pahalı olması çelişkisi gibi… El kadar kumaşın, üzerimdeki (ayakkabılarım dahil) kıyafetlerimin toplamından pahalı olması gerçeği, ancak alışverişi tamamlayıp, eve dönüldüğünde aklımı kurcalayabiliyor. Pudra kokulu dükkanda sağlıklı düşünebilmem mümkün değil…
‘Araba koltuğu’ denen bir cüce koltuğunun yanından geçiyorum. Dış görünüşü çok havalı. Bu kadar havalı bir koltuktan sonra, arabayı çocuğa kullandırmak gerekir diye düşünürken fiyat etiketi gözüme çarpıyor (gerçek anlamda). Sıfırları doğru okuduktan sonra, araba koltuğunun neredeyse ikinci el bir araba fiyatında olduğunu idrak ediyorum! Haklı olarak ‘Çocuğuma en iyisi, en pahalısı olsun!’ diyen anne babalar, istemeden belirliyorlar bu piyasayı sanırım. ‘Yumuşak karın’ prensibi, burada da tüm acımasızlığı ile işliyor. Gülümseyerek hızlı adımlarla bana yaklaşan görevliyi defetmek için yönümü bebek bezleri reyonuna doğru keskin bir dönüşle değiştiriyorum. ‘Ne kadar şaşırsan da bir ürüne 1 dakikadan fazla bakma’ prensibini az daha ihlal ediyor, görevlinin ilgi alanına giriyordum.
Karınlar o kadar yumuşak ve kafalar o kadar karışık hale geliyor ki, şöyle bir oyuncak için dahi ‘parası neyse alalım’ diyerek kasaya yönelebilir durumdayım:


Kalp atışlarım yavaşlarken, gözüm ekrana takılıyor. Hareketsiz bir halde ekrandaki mavi bir topun, yaklaşık saate 1 metre hızla ekranın kenarına doğru ilerlemesini ve ekran kenarından sekerek sarı bir üçgene dönmesini izliyorum. Bacağıma çarpan bir çocukla irkilip kendime geliyorum… Metabolizmam bazal’a yakın. Bacaklarımdaki uyuşmadan en az 2 saattir dükkanda olduğumuzu tahmin ediyorum. Saatime bakıyorum. Yalnızca 15 dakika geçmiş! Bir yanlışlık olmalı… Denize düşen yılana sarılır misali ‘sayı sayan çocuğu’ buluyorum. Onun rakamlarla arası iyiydi. Saati soruyorum, ‘Merhaba’ diyor. Başlıyor çatlak sesiyle saymaya: ‘biiir, ikiii, üüüüççç…’
Sevgiler
Mert

1 yorum: