Yaşananlar, sosyal devlete sözde değil pratikte ne kadar
ihtiyacımız olduğunu bizlere gösterdi. Gelişmiş ekonomilerde sosyal politikalar
anlamında pek çok düzenleme ve tedbir tartışılmakta. Buradan çıkarılan dersle bu
devletlerin sosyal krizin en aza indirgenmesi adına sosyal yardımlara ve
politikalara eskisinden çok daha fazla bütçe ayıracağı ortada.
Elbette salgın gibi durumlar için mücadele edilecek kavramın
belirsizliği karşısında devletlerin ön hazırlık yapmış olmaları beklenemez.
Yani durum, potansiyel bir düşman ordusu karşısında silah teknolojilerini ve
ordunu güçlendirmek gibi değil. Ancak sağlık altyapıları kuvvetli, kaliteli
sağlık hizmetlerine erişimi özel sağlık sigortaları ile dayatmayan, sosyal yardım sistemlerine ve aktif sivil
toplum kuruluşlarına sahip, yönetim kapasitesi ve siyasi istikrarı yüksek, ekonomileri
üretim temelli, kamu borçları düşük, dijital altyapısı gelişkin ülkeler bu
krizden daha az hasarla çıkıyorlar/çıkacaklar. Devletin temel
yükümlülüklerinden biri olan sağlık hizmetini güçlü ve güvenilir tutmak,
toplumsal paniğin önüne geçilmesinde de önemli bir rol oynamakta.
Bunun güçlü devlet olmayla ilişkisi olsa da bire bir
bağlantısı olmadığı ABD’de yaşanan sağlık skandalları sonrası görülmekte. Bu
bir zihniyet meselesi. Devletler elindeki güçleri vatandaşlarına hizmet için
seferber etmekle yükümlüler. Ancak vahşi kapitalizmi kendilerine şiar edinmiş
devletler için her şey gibi sağlık hizmetinin de bedeli olacaktır. Ve iyi olan
her şey, parası yeten içindir.
Neticede demokrasi ile yönetilen bu ülkelerde halklar için
kendilerine reva görülen sosyal hizmetleri ölçüp biçmek, değerlendirmek ve
gelecek seçimlerini bu doğrultuda vermek açısından önemi bir süreçten
geçiliyor. Kendi vergileri ile oluşturulan bu politikaların ne denli kapsayıcı
olduğunu sorgulamak insanların düşünmeye vakit ayırması gereken bir konu. Her
bilinçli vatandaş, ben ne verdim, karşılığında ne gördüm sorgusunu yapmalı.
Peki sosyal politikalar nasıl sürdürülebilir hale gelecek?
Acil olan sağlık hizmetlerinin eşitlikçi ve adil yaklaşıma sahip olmasından,
orta vadeli salgın sonrası işlerini kaybeden mağdurların kayıplarını karşılamak
gibi adımlara, daha uzun vadeli ise evrensel temel gelir gibi bu zamana kadar
ütopik karşılanan ancak şimdi ihtiyacı hissedilen düzenlemelere kadar pek çok
konunun kapsamlı şekilde ele alınması gerekiyor. Sürdürülebilir olması için
konunun bencil hesaplar peşindeki siyasilerin iki dudağı arasından, güçlendirilmiş
kurumlaşmaya ve sivil toplum örgütlerine taşınması çok önemli.
Bir diğer sosyal konu ise ‘Evde Kal’ çağrıları ile ortaya
çıktı. Kamu spotları, reklamlar, evlerinden yayın yapan sanatçılar, ünlüler,
bulaşın artmaması adına (kimi zaman hatta çoğu zaman da kendi kişisel
reklamları için) ‘Evde Kal’ çağrıları yaparlarken, çağrının mesnetsiz olması ve
uygulamada yaşanan problemler üzerine pek konuşulmadı sanki. Evde kalabilenler,
işlerini evden yürütebilen şanslı bir kesim ve iş yerlerini kapatmış, bu sürecin
geçmesini bekleyebilen (maddi yeterliliği olan anlamında) bir topluluk ile
sınırlı iken, evde kalamayanlar, yaşamlarını sürdürebilmek için çalışmak
zorunda bırakılan düşük gelirli kesim oldu. Her şeyde olduğu gibi salgında da
bu yükü omuzlayan bu kesimin hem sağlık riskleri hem de maddi riskleri devlet
tarafından üstlenilmeli ve bu insanlar yarın ne olacak endişesi ile baş başa
bırakılmamalıydı.
Kıskanç Almanya gibi kalkınmış ekonomilerle sosyal
politikaların buluştuğu ülkeler, bu konuda çok daha kapsayıcı politikalar
yürüterek mağduriyetlerin yaşanmaması hususunda gereken önlemleri zamanında
aldılar.
Önümüzdeki yazıda otoriter/totaliter ülkelerin kriz
yönetiminde kendi kibir bulutlarının içerisinde ne kadar tehlikeli hamleler
yapabildiğini yazacağım. İlginizi çekerse beklerim.
Sevgiler,
Mert
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder