10 Haziran 2020 Çarşamba

7. Hayın Doktor!




Bir kriz ancak önyargılarla yanıt verdiğimizde bir felaket haline gelir. Önyargı ve krizi inkar, krizin faciaya dönüşmesini kesinleştirirken, yaşananların gerçeklikten kopuşuna ve dolayısıyla da gerçekçi hareket etme ve rasyonel düşünebilme yetisinin kaybına sebep olur.

Hızlı önlem alabilmek, yayılımı durdurma adına her şeyden önemliydi. Çin’in almakta geç kaldığı önlemleri 3 hafta öncesinde almasıyla görülen vakalarda %95 azalma sağlanmış olabileceği söyleniyor. Yani trajediyi bu boyutta yaşamamak mümkündü.


Ancak bizleri yöneten (özellikle otoriter – totaliter rejimlerin hüküm sürdüğü) organizasyonların, Çernobil faciası gibi tarihteki pek çok faciadan hala ders almadıklarını biliyoruz. Sovyetler Birliği rejimi, Çernobil’de yaşananları uzunca bir süre dünyadan gizlemeye gayret etmiş, gerçekleri açıklayanları cezalandırarak facianın büyümesinde önemli bir      rol oynamıştı. Günümüzde ise yine otoriter bir rejimle yönetilen Çin Halk Cumhuriyeti, virüsü tespit ederek olası büyük bir salgının tehlikelerinden bahseden 33 yaşındaki doktor Li Wenliang’ı (ki kendisi de virüs nedeniyle hayatını kaybetmiştir) sırf ülke imajının zedelenmemesi ve mevcut ekonomik/ticari ilişkilerin bir takım spekülasyonlardan etkilenmemesi adına terörist, vatan haini ilan ederek iddiaları yalanladı.

Totaliter rejimlerde ‘hain’ ilan edilmek çok kolay ve yaygın olduğu için, hain sözcüğü anlam kaybı yaşayabiliyor. Oysa ‘hain’, düşmandan da öte, çok aşağılık bir kavram. Düşmana dahi kimi zaman saygı duymak mümkün, ancak hain daima cezalandırılır. Dante’nin ‘Cehennem’inde bile en aşağı mevki, hainlere layık görülmüştür.

İşte bu ‘hain’ doktorun iddialarının reddi, alınan önlemlerde gecikmeye ve salgının büyümesine neden oldu. Totaliter rejimler, geçmişten ders almadan, hala bir refleks halinde sorunu reddetme ve sorundan bahsedenleri hain-terörist ilan etme yoluna giderek sorunun büyümesinde başat rol oynamaktalar. Hadi tarihten ders almadık. Peki hiç mi Hollywood filmlerinden çıkarımda bulunmuyoruz? Faciaların hepsi bürokrasiye söz geçiremeyen bir bilim adamı ile başlamaz mı? ‘Bir cisim yaklaşıyor!!!’ J

Peki salgın sonrasında bizleri distopik bir Büyük Birader senaryosu bekliyor olabilir mi? Yani totaliter devlet anlayışı teknolojinin nimetlerinden ve salgın sonrası yaşanan kriz gibi çok elverişli bir ortamdan istifade edip hayatlarımız üzerinde hüküm sürebilecek mi? Bu çok uzak bir geleceğin distopyası değil. Orwell’in 1984’ü, Huxley’nin ‘Brave New World’ü, Vonnegut’un ‘Player Piano’su tamamen kurgusal görünse de belli varsayımlar ve gerçekler üzerine dayanıyordu. Bugün yaşanan siyasi krizler ve hızla gelişen teknolojinin bize ne şekilde hizmet edeceği sorunsalı, şu anda ve yakın gelecekte bizleri neler beklediğinin sinyallerini veriyor.

Pek çok ülkede devlet-telekom şirketleri arasında sürdürülen işbirliğinden haberdarız.  Meydanlarda toplanma durumlarında yüz tanıma, kimlik bilgileri, GPS takip sistemi gibi pek çok veri şu anda kolayca erişilebilir halde. Çin Hükümeti ise çıtayı biraz daha üst seviyelere çıkarıp ‘Study The Great Nation’ adı altında ‘Xi Jinping’i sevmek ve vatandaşlık öğretisi’ temalı bir mobil telefon uygulamasını vatandaşlarına dayatıyor. Bu aplikasyon kimlik bilgilerinizi, sağlık bilgilerinizi, tüm hareketlerinizi kaydediyor ve iyi vatandaş olmanız için sizi bir puantaj sistemine tabi tutuyor. Vatanını en çok seven, en çok puan toplayandır! J

Bizler ise Hollywood’un ajan filmlerinde gördüğümüz o tüm ID bilgilerine haiz çiplerden bize yerleştirecekler diye uzak gelecek ile ilgili martavallar okuyalım, tam anlamıyla elimize verdikleri cep telefonları üzerinden olası bir Big Brother hizmetine sunulabilecek Big Data’ya kendimiz ve yakın çevremiz ile ilgili olan her tür bilgiyi hali hazırda can atarak sunuyoruz.

Şimdi diyebilirsiniz ki iyi hoş ancak bunun salgın ile ne ilgisi var? Tam bu aşamada aslında bu büyük datanın hükümetler nezdine sunulmasına razı gelinebilmesi için bir korku unsurunun ne denli etkili olabileceğinden bahsetmekte yarar var. Bir düşman yaratmak, kitle yönetiminde ve rıza oluşturmada en önemli kozdur. Hele ki bu düşman sağlığımızı tehdit edecek olursa, bizi koruyacak devlete sığınmak akıllıca olacaktır. Böylesi bir durumda can havliyle kişisel verilerimizi sunmakta sakınca görmeyiz.

Bu olacak demiyorum. Zaten bir kısmı olmakta. Amerikan seçimlerindeki Facebook skandalı bizim görebildiğimiz kısım. Bizim sağlık verilerimizin hükümetlerin ne işine yarayacağını sorgulayacaksanız bunun büyük verinin yalnızca bir kısmını oluşturduğunu hatırlatmakta yarar var. Bu bilgi, sizin pek çok başvurunuz ya da talebiniz için ön eleme maksatlı gayet tabi kullanılabilir. Sizin oluşturduğunuz profil, sizi belirli bir sınıfa atabilir, klasifiye edebilir. Değerlendirmeler ve haklar bu veriler üzerinden yürütülebilir. Her adımınız, her düşünceniz uzaktan yönetilebilir, yönlendirilebilir. Karşı görüşler, protestolar ya da kitlesel eylemler daha filizlenmeden sönümlenebilir…vs.

Çok da fifi dediğinizi duyar gibiyim. Zira çoğunluğun kişisel verilerini paylaşmakta beis görmekten ziyade bunun çok havalı ve heyecan verici bir şey olduğunu düşündüğü sosyal medya hegemonyasındaki bir dünya düzeninde, uzaktan kontrol edilebilme ve izlenme hissiyatı pek de ürkütücü gelmemekte. E o zaman da bu zihniyetin yükselttiği otoriter/totaliter rejimleri, ırkçı/ayrımcı devlet politikalarını, gücü sarhoşluğundan diktatörlüğe evrilmiş devlet yöneticilerini ve özel yaşamımıza, hatta evimizin içine kadar sızmış dayatmaları bir takım oflar poflar eşliğinde yakınma hakkını kendimizde görmememiz gerekir, değil mi efendim?

Önümüzdeki yazılarda, salgının küresel, ulusal ve ekonomik etkilerinden biraz sıyrılıp, daha insan temelli sosyal etkilerine doğru devam etmek niyetindeyim. Okuyan dostlara selam ederim.

Sevgiler,
Mert

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder