Bir kriz ancak önyargılarla yanıt verdiğimizde bir
felaket haline gelir. Önyargı ve krizi inkar, krizin faciaya dönüşmesini
kesinleştirirken, yaşananların gerçeklikten kopuşuna ve dolayısıyla da gerçekçi
hareket etme ve rasyonel düşünebilme yetisinin kaybına sebep olur.
Hızlı önlem alabilmek, yayılımı durdurma adına her
şeyden önemliydi. Çin’in almakta geç kaldığı önlemleri 3 hafta öncesinde
almasıyla görülen vakalarda %95 azalma sağlanmış olabileceği söyleniyor. Yani
trajediyi bu boyutta yaşamamak mümkündü.
Ancak bizleri yöneten (özellikle otoriter – totaliter
rejimlerin hüküm sürdüğü) organizasyonların, Çernobil faciası gibi tarihteki
pek çok faciadan hala ders almadıklarını biliyoruz. Sovyetler Birliği rejimi,
Çernobil’de yaşananları uzunca bir süre dünyadan gizlemeye gayret etmiş,
gerçekleri açıklayanları cezalandırarak facianın büyümesinde önemli bir rol oynamıştı. Günümüzde ise yine otoriter
bir rejimle yönetilen Çin Halk Cumhuriyeti, virüsü tespit ederek olası büyük
bir salgının tehlikelerinden bahseden 33 yaşındaki doktor Li Wenliang’ı (ki
kendisi de virüs nedeniyle hayatını kaybetmiştir) sırf ülke imajının
zedelenmemesi ve mevcut ekonomik/ticari ilişkilerin bir takım spekülasyonlardan
etkilenmemesi adına terörist, vatan haini ilan ederek iddiaları yalanladı.
Totaliter rejimlerde ‘hain’ ilan edilmek çok kolay ve
yaygın olduğu için, hain sözcüğü anlam kaybı yaşayabiliyor. Oysa ‘hain’,
düşmandan da öte, çok aşağılık bir kavram. Düşmana dahi kimi zaman saygı duymak
mümkün, ancak hain daima cezalandırılır. Dante’nin ‘Cehennem’inde bile en aşağı
mevki, hainlere layık görülmüştür.
İşte bu ‘hain’ doktorun iddialarının reddi, alınan
önlemlerde gecikmeye ve salgının büyümesine neden oldu. Totaliter rejimler,
geçmişten ders almadan, hala bir refleks halinde sorunu reddetme ve sorundan
bahsedenleri hain-terörist ilan etme yoluna giderek sorunun büyümesinde başat
rol oynamaktalar. Hadi tarihten ders almadık. Peki hiç mi Hollywood
filmlerinden çıkarımda bulunmuyoruz? Faciaların hepsi bürokrasiye söz
geçiremeyen bir bilim adamı ile başlamaz mı? ‘Bir cisim yaklaşıyor!!!’ J
Peki salgın sonrasında bizleri distopik bir Büyük
Birader senaryosu bekliyor olabilir mi? Yani totaliter devlet anlayışı
teknolojinin nimetlerinden ve salgın sonrası yaşanan kriz gibi çok elverişli
bir ortamdan istifade edip hayatlarımız üzerinde hüküm sürebilecek mi? Bu çok
uzak bir geleceğin distopyası değil. Orwell’in 1984’ü, Huxley’nin ‘Brave New
World’ü, Vonnegut’un ‘Player Piano’su tamamen kurgusal görünse de belli
varsayımlar ve gerçekler üzerine dayanıyordu. Bugün yaşanan siyasi krizler ve
hızla gelişen teknolojinin bize ne şekilde hizmet edeceği sorunsalı, şu anda ve
yakın gelecekte bizleri neler beklediğinin sinyallerini veriyor.
Pek çok ülkede devlet-telekom şirketleri arasında
sürdürülen işbirliğinden haberdarız.
Meydanlarda toplanma durumlarında yüz tanıma, kimlik bilgileri, GPS
takip sistemi gibi pek çok veri şu anda kolayca erişilebilir halde. Çin
Hükümeti ise çıtayı biraz daha üst seviyelere çıkarıp ‘Study The Great Nation’
adı altında ‘Xi Jinping’i sevmek ve vatandaşlık öğretisi’ temalı bir mobil
telefon uygulamasını vatandaşlarına dayatıyor. Bu aplikasyon kimlik bilgilerinizi,
sağlık bilgilerinizi, tüm hareketlerinizi kaydediyor ve iyi vatandaş olmanız
için sizi bir puantaj sistemine tabi tutuyor. Vatanını en çok seven, en çok
puan toplayandır! J
Bizler ise Hollywood’un ajan filmlerinde gördüğümüz o
tüm ID bilgilerine haiz çiplerden bize yerleştirecekler diye uzak gelecek ile ilgili
martavallar okuyalım, tam anlamıyla elimize verdikleri cep telefonları
üzerinden olası bir Big Brother hizmetine sunulabilecek Big Data’ya kendimiz ve
yakın çevremiz ile ilgili olan her tür bilgiyi hali hazırda can atarak
sunuyoruz.
Şimdi diyebilirsiniz ki iyi hoş ancak bunun salgın ile
ne ilgisi var? Tam bu aşamada aslında bu büyük datanın hükümetler nezdine
sunulmasına razı gelinebilmesi için bir korku unsurunun ne denli etkili
olabileceğinden bahsetmekte yarar var. Bir düşman yaratmak, kitle yönetiminde
ve rıza oluşturmada en önemli kozdur. Hele ki bu düşman sağlığımızı tehdit
edecek olursa, bizi koruyacak devlete sığınmak akıllıca olacaktır. Böylesi bir
durumda can havliyle kişisel verilerimizi sunmakta sakınca görmeyiz.
Bu olacak demiyorum. Zaten bir kısmı olmakta. Amerikan
seçimlerindeki Facebook skandalı bizim görebildiğimiz kısım. Bizim sağlık
verilerimizin hükümetlerin ne işine yarayacağını sorgulayacaksanız bunun büyük
verinin yalnızca bir kısmını oluşturduğunu hatırlatmakta yarar var. Bu bilgi,
sizin pek çok başvurunuz ya da talebiniz için ön eleme maksatlı gayet tabi
kullanılabilir. Sizin oluşturduğunuz profil, sizi belirli bir sınıfa atabilir,
klasifiye edebilir. Değerlendirmeler ve haklar bu veriler üzerinden
yürütülebilir. Her adımınız, her düşünceniz uzaktan yönetilebilir,
yönlendirilebilir. Karşı görüşler, protestolar ya da kitlesel eylemler daha
filizlenmeden sönümlenebilir…vs.
Çok da fifi dediğinizi duyar gibiyim. Zira çoğunluğun
kişisel verilerini paylaşmakta beis görmekten ziyade bunun çok havalı ve
heyecan verici bir şey olduğunu düşündüğü sosyal medya hegemonyasındaki bir
dünya düzeninde, uzaktan kontrol edilebilme ve izlenme hissiyatı pek de
ürkütücü gelmemekte. E o zaman da bu zihniyetin yükselttiği otoriter/totaliter
rejimleri, ırkçı/ayrımcı devlet politikalarını, gücü sarhoşluğundan diktatörlüğe
evrilmiş devlet yöneticilerini ve özel yaşamımıza, hatta evimizin içine kadar
sızmış dayatmaları bir takım oflar poflar eşliğinde yakınma hakkını kendimizde
görmememiz gerekir, değil mi efendim?
Önümüzdeki yazılarda, salgının küresel, ulusal ve
ekonomik etkilerinden biraz sıyrılıp, daha insan temelli sosyal etkilerine
doğru devam etmek niyetindeyim. Okuyan dostlara selam ederim.
Sevgiler,
Mert
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder