Gazetede ‘6 yaşında çocuk, cinsiyet değiştirdi’ başlığını gördüğümde pek çoğumuz gibi spekülatif bir haber başlığıdır, asılsızdır diye düşündüm. ‘Hadi lan’ diyerek detayları gözden geçirdiğimde, konu ile ilgili ne düşüneceğim konusunda çaresiz kaldığımı hissetim.
Efenim, olay Arjantin’de geçiyor. Belki okumuşsunuzdur, Cinsel Kimlik Yasası’ndan faydalanan yeni ismiyle ‘Lulu’ kardeşimiz, ailesinin kendisi için gösterdiği ‘konuştuğu ilk günden beri kendini kız olarak tanımlaması’ gibi bir gerekçe ile cinsiyet değiştirmiş.
Okur okumaz, küçücük çocuk hakkında böylesi hayati bir kararın ailesi tarafından alınıp uygulanabilmiş olmasının bünyemde yarattığı sinir, sonra sonra çocuğun gelecekte göğüslemek zorunda kalabileceği cinsel ve sosyal kimlik bunalımları, baskılar ve ötekileştirmeler gibi sıkıntıları gözden geçirdiğimde birden yatıştı. Belki de onun için faydalı olacak bir karar, henüz taşlar tam yerine oturmamışken verilmiş ve yüzleşmesi gereken bu sıkıntıların erken müdahale ile önüne geçilmişti. Dedim ya, ne düşüneceğimi bilemediğim, içimin düğümlendiği bir haberdi bu benim için…
Cinsel kimlik bunalımı, belki de sosyolojik problemler içerisinde en ciddi olanı. Muhafazakar yaklaşımlarla ‘hastalık’ olarak tanımlanan ‘öcü’ olarak görülen bu bunalımlar, bireylerin ‘doğru yolu bulması’ ve ‘iyileştirilmesi’ yönünde maruz kaldığı baskı ve yaptırımlarla daha dramatik boyutlara taşınabiliyor.
Kendinden olmayanı ötekileştirmeye ve kendine benzetmek için türlü baskılar kurmaya meyilli çoğunluğun kendince ‘kaş yapayım derken göz çıkardığı’ birçok vakaya rastlamak mümkün. Bunlardan meşhur olanlarından biri 60’larda yürütülen ‘Eşcinsellikten Soğutma Deneyi’. Deney kapsamında, hastalık olarak tanımlanan eşcinselliği tedavi edebilmek maksadıyla gönüllüler belli terapilere maruz bırakılır. Bu terapilerde, deneklere bir yandan ilişkiye giren eşcinsellerin fotoğrafları gösterilirken, bir yandan da elektik şoku ve mide bulandırıcı enjeksiyonlar uygulanır. Güya tedavinin amacı, insan beyninde eşcinsellik ve acıyı örtüştürme çabasıdır. Sonuç, elbette koca bir hüsran ve katılımcıların üzerinde bırakılan bir takım psikolojik zararlar olur.
Lulu’nun başından geçen olaylara farklı bir perspektiften yaklaşmamızı sağlayacak bir diğer olay ise 1966 yılında şöyle gerçekleşiyor: David Reimer’ın penisi, henüz 8 aylıkken, sünnetinin yanlış yapılması sonucu ciddi şekilde hasar görüyor ve penisini kaybediyor. Psikolog John Money, ailesi ile iletişime geçerek bu olay sonrasında David’in cinsiyetinin değiştirilmesini öneriyor. Aile de buna onay veriyor ve hop, David, oluyor size Brenda! Psikolog Money’in aklı, aslında David’e yardım etmekten başka işlere çalışıyor o aralar. Çünkü Money, ‘cinsiyet’ kavramının doğuştan gelmediğini, çevrenin etkisi ile olgunlaştığını savunanlardan. Kendi teorisini ispatlayacak yer aramakta ve o sırada David hadisesi hızır gibi yetişiyor. Ancak işler hiç de Money’in beklediği gibi gelişmiyor ve Brenda, çocukluk dönemini bir erkek olarak geçiriyor. Bu durumda sıçtık, bari bir de üzerine sıvayalım düsturuyla, Brenada 14 yaşına geldiğine yaşananları bir bir anlatıyorlar. Sonra hop, Brenda oluyor size David. Neticede, fabrika ayarları insan yaşamını bir deney olarak görebilen bir grup basiretsiz salak tarafından bencilce ve hunharca bozulan zavallı David, yaşadığı tüm bu sarsıcı olaylara dayanamayıp 38 yaşında intihar ediyor. Bizlere de psikolog Money ve ekibine iyi bok yediniz demek düşüyor.
Düşüncelerimiz ve seçimlerimiz üzerinde çevrenin etkisi elbette yadsınamaz. Ancak bunlar kendi hayat duvarımızı örerken üst üste koyduğumuz taşlardan ibaret. Bizi biz yapan, henüz bu dünyaya gelirken taşıdığımız bir yığın özellik var. Bu konu, ‘Nature versus Nurture’ (Doğa / Terbiye) başlığı altında, uzun sürelerdir (tartışmayı tetikleyen Darwin’in emmoğlu Galton’un yayınıdır) tartışma konusudur. Evrim kuramında tanımlanan bazı faktörlerin, insanın özgür iradesini sınırladığını düşünenlerden, ahlak olgusunun kuram ile çakıştığını ya da bilakis örtüştüğünü savunanlara kadar birçok tartışma söz konusu. Fiziksel ve davranışsal özelliklerimizde doğanın (kimine göre yaradılışın) ve sonradan edinimlerimizin ne ölçüde baskın olduğu, üzerinde pek çok araştırma ve deney yürütülen bir mesele.
Velhasıl-ı kelam, biz neysek oyuz. Biz, bu dünyaya kendi kimliklerimizle geliyoruz. Yalnızca cinsel kimlik değil taşıdıklarımız. Gelirken taşıdıklarımızın içinde genlerimiz, huylarımız, karakterlerimiz ve daha niceleri var.
Kendisi gibi olmayandan korkan ve zorla, baskıyla kendine benzetmeye çalışanlara söylenmiş en güzel söz belki de ‘Alışmadık götte don durmaz.’ Yani, kimse kimseyi zorla, ötekileştirmeyle, baskıyla, zulümle, işkenceyle, aklınca ‘tedaviyle’ değiştiremez. Güç kullanarak, baskı kurarak değiştirmiş gibi yapar ancak. Karakterler, inançlar, düşünceler ölümsüzdür, bağımsızdır.
Eşcinsellerin toplumsal yaşam haklarını aradığı bir gösteriye vereceğiniz destek sonrası ‘Sana nooluyo la? İbne misin nesin?’ tipi bir tepkiyi kolayca alabileceğiniz bir ülkede yaşıyorsanız, ‘empati’ ve ‘dayanışma’ yetinizi, bireysel çabalarla geliştirmeniz gerekir. Çünkü içinde bulunduğunuz toplum ve onun sosyolojik normları, sizi bu yetilerden yoksun bırakmak, karakterinizi sindirip tükürmek için her türlü müdahaleyi meşru kılacaktır.
Yeşili sevenin ve doğal yaşamı korumak isteyenin ‘Git ormanda yaşa!’ şeklinde horlandığı, hak ve hürriyetlerinin arkasında durmak isteyenin türlü şiddete maruz bırakıldığı, en ufak eleştirinin çatlak ses kabul edilerek susturulmaya çalışıldığı bir düzende, ileri demokrasi ve özgürlük kelimelerinin bu kadar fazla sarf edilmesi normal değil de nedir? Bir kelimenin sık sık tekrarlandığında anlamını yitirmesi misali, üzerinde ne kadar konuşursak pratiğinden o denli uzaklaştığımız bu kavramların içinin ne zaman hakkıyla dolacağı vahim bir soru işaretidir.
Kavramlarımızın içini boşaltmadan, dolu dolu yaşadığımız özgür bir dünya temennisiyle…
Sevgiler
Mert
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder