27 Eylül 2013 Cuma

kaleydoskopik ortamlar...




Ağzından ateş yerine gökkuşağı renklerinde toplar saçarak üzerime doğru uçan pembe bir ejderha görüyorum. Toplar, birleşerek kocaman bir gökkuşağı oluşturuyor. Ejderha mutlu. En azından benden mutlu gözüküyor.



Gülümseyerek gökkuşağının üzerine eğreti oturan fil kardeşin etrafında uçuşuyor. Fil kardeş (çok sık görüştüğümüz için ona kardeş demekten çekinmiyorum), zoraki gülümsese de, acıklı bakışlarından ve hüzünle dalgalanan kulaklarından, uzun yıllar bu işi sosyal güvencesi olmadan yaptığını ve en iyimser haliyle bir beyin travması ile sonuçlanabilecek elim bir gökkuşağından düşme’ kazasını, hiçbir sağlık sigortası kapsamına aldıramadığını görebiliyorum. Haline ne kadar üzülsem de, meseleye objektif yaklaşmak adına, bir fili, karın tokluğuna dahi çalıştırmanın, işvereni ne kadar zor durumda bırakabileceği gerçeğini göz önünde bulundurmadan edemiyorum.

Tüm bu görüntüler, hiç acele etmeden akarken, fonda uzunca bir süredir kendini tekrar eden bilgisayar yapımı tuhaf bir müzik kulağımı tırmalıyor. Küçüle küçüle tok karnına 1 tablete dönüşen günümüz bilgisayar çağında, Commodore 64 oyun melodilerini anımsatan, Serdar Ortaç’a muhtaç bırakan sonsuz bir müzikle içim çekiliyor. Her şeyin çok güzel olduğu mesajı taşıyan, uyuşturucu bir tını. Ancak ısrarlı tekrarlarda çokça görüldüğü üzere, bu melodide de her şeyin çok boktan olduğu gerçeğinin üzerini örtme çabası kendini alttan altta hissettiriyor. İyimser ve yumuşak notalar, bir süre sonra, halının altına süpürülen kırıntılar gibi iç sıkıyor. Sanırım o korktuğum eşik az önce aşıldı. Bu melodi sona erse dahi, kafamın içinde ebediyen devam edecek ve beynimi bir kurt gibi kemirecek. Belki de sona erdi ve ben kafamın içerisinden dinliyorum, kim bilir? Çıldırmış olabilir miyim?

Kafamdaki karıncalanma hayra alamet değil. Beyin hücrelerimin hızla vücudumu terk edişini izliyorum. Yoğun bir anestezi altındayım.

Her şey değişken bir renk bulutu anaforunun içinde ağır ağır kaybolurken, sonradan zürafa olduğunu sarsılarak fark ettiğim fuşya benekli bir hayvanın duvar kenarında araba resimleri yaptığını görüyorum. Arkası bana dönük olsa da, ara sıra dönüp yüzüme gülümsüyor. Uzun boyunlu gülümsemesinde tuhaf bir riyakarlık gizli. Yüzüme gülümseyip arkamdan iş çeviriyor gibi. Hakikaten beni merak ettiği için dönüp gülümsemiyor, beni ara sıra idare ediyor gibi. İdare edilmekten hoşlanmıyorum. Bu işi düzenli aralıklarla yapması da şüphelerimi kuvvetlendiriyor.

Zürafa (kardeş), araba resimleri yapmakta zorlanmıyor. Elindeki tek fırçayı yavaşça sağa sola hareket ettirmesi yeterli. Tamamlanan her araba sonrası, duvarda kaç araba olduğunu sayıyor. Sabrına hayran kalıyorum. Zürafa, ‘acele işe şeytan karışır’ deyişinin onurlu bir temsilcisi. Sil baştan başlamayı ve ağır hareket etmeyi bir yaşam felsefesi haline getirmiş. Kim bilir belki de mesaisini ağırdan alan bir tembel. 1 arabayı 5 dakikada çizsem, 3 arabayı tamamladım mı kartı basar giderim hesapları peşinde KPSS’li bir pragmatist. Ya da iş yavaşlatma eylemi yaparak haklarına dikkat çekmek isteyen bir direnişçi. Her halükarda benim gibi canı tez ve sıkılgan bir adamın öfkesini ve hayranlığını aynı anda kazanmakta zorlanmıyor.

Genlerime kazınan melodinin sesi azalarak kaybolurken konsept değişimi yaşanıyor. Mavi bir yuvarlağın 5 dakika içinde -zaman mefhumunu yitirmiş biri olarak yanılıyor olabilirim, 5 sene de olabilir- yeşil bir kareye dönüşümünü ibretle izliyorum. Kafka’nın ‘Dönüşüm’ü kadar buhranlı ve radikal bir dönüşüm. Ne oldum değil ne olacağım demeli, diye fısıldıyorum kendime. Arka planda renk değiştirerek havada süzülen yıldızlar var.

Yıldızlar hem kendi eksenlerinde hem de benim eksenimde dönüyorlar. Zonklayan başım onlara eşlik ediyor. Ne içsem böylesi kaleydoskopik bir ortamda bulunamayacağımdan emin, anın tadını çıkarıyorum. Ya da çıkaramıyorum. Benliğim benden yüksekte bir yerlerde asılı, yeşil karenin sarı bir oktagon oluşuna şahit oluyorum. Bu gözler daha neler görecek diye düşünüyorum. Araf’tayım. Renkli geometriler etrafımda dönerek renk ve şekillerini birbirlerine aktarıyorlar. Onlara uyum sağlamak için ben de turuncu renkli bir çeşitkenar üçgen oluyorum. Ancak bir türlü beni aralarına almıyorlar. Çeşitlilikten haz etmeyen simetrik yapılı ve düzgün kenarlı geometrilerin ayrımcılığına maruz kalıyorum.

Parmaklarımın uyuştuğunu hissediyorum. Alt çenemin yer çekimine daha fazla direnemediğini fark etsem de elimden bir şey gelmiyor. Gözlerim açık, metabolizmam bazal. Hayati fonksiyonlarım yerinde. Kafam hiç olmadığı kadar dumanlı. Oysa keyif verici herhangi bir madde kullanmadığıma kalıbımı basarım. Basarım basmasına ama kalıbımı bulamıyorum. Kalıpsızım… Konulan kabın şeklini alan bir sıvıyım artık. İçinde simli pullar bulunan bir kaleydoskop sıvısıyım. Oradan oraya cıva gibi kayarım. Bazen mavi bir üçgen, bazen yeşil bir fil. Kalıbıma sığmam taşarım.

Beynimin akışkan hale gelip kulak deliğimden süzüldüğünü hissetmeme ramak kalmışken, birden yanımdaki keyif verici küçük maddenin sesine irkilerek gerçek dünyaya dönüyorum. Ona baktığımda minik elleriyle ekranda bize el sallayan mor renkli suaygırına el salladığını görüyorum. O sonsuz melodi eşliğinde, birlikte suaygırı kardeşi selamlıyoruz. Zürafa kardeşte göremediğimiz samimiyeti neyse ki suaygırı kardeşte buluyoruz…

Sevgiler
Mert

1 yorum:

  1. Kafatasının içine sığmış o etten makinaya arada sırada serbesti getiren işler yapmanın yararı..
    Bilinçli zihnin ulaşamayacağı bağlantılar ve yaratımlar..

    YanıtlaSil