1 Şubat 2013 Cuma

evrimde mutlu son (director's cut)...


‘Allaaah, çok şükürrr…’ diye iç geçirdi Çarli Marvin, Galapagos Adaları’nın sıcak kumlarına uzanıp, gökyüzündeki bulutları seyreylerken.  Bir yandan hayal gücünü zorlayıp bulutları bir şeylere benzetmeye çalışıyor, bir yandan da göğsünden yana sarkmış kolyesinin haç şeklindeki ucunu ovalıyordu...
Şükretmekte haklıydı. Hatta ne kadar şükretse azdı. Bir kere, hele ki böylesine zor dönemlerde hiç geçim sıkıntısı çekmemiş, varlıklı ve soylu bir aileden geliyor olmak bile onun ne kadar şanslı doğduğunun kanıtıydı.  Ağzının kenarında beliren tebessüme engel olamayarak ‘Babam sağ olsun’ dedi…


Sağlığına duacı olduğu babası, Marwin’in  Cambridge Üniversitesi’nde aldığı teoloji eğitimini güç bela tamamlamasının ardından ona muhteşem bir mezuniyet hediyesi vermişti:  Upuzun bir Güney Amerika tekne seyahati!  Marwin bunu duyduğunda kulaklarına inanamadı. Nasıl da sevinmişti! Hala aklına geldikçe mutlu oluyordu.
İşte, şimdi hayali gerçek olmuş, Galapagos Adaları’nda bütün senenin yorgunluğunu atıyordu… İrice göbeğini ufak ufak sıvazladı ve ‘gaymaklı ekmek kadayıfı…’ diyerek gülümsedi. Mutluydu… ‘Bir de ol inklusif bi otel bulsaydık, iyiydi’ diye mırıldandı… Ne dediğini anlayamayan Robert: ‘Efendim abi?’ dedi. ‘Yok bişi..’ diye geçiştirdi…

‘Ne şanslı bir kulunum Tanrım!’ diye düşündü. Kumların kavurucu sıcaklığı sırtını hafiften yakmaya başlamıştı. Doğruldu; istavroz çıkarıp, duasını etti. Yüce İsa ve Meryem adına, Tanrı’ya sonsuz şükranlarını sundu.
1839 yılının diğerlerinden daha sıcak bir yaz günüydü… Yakın arkadaşı Robert FitzRoy’un gemisi ile Beagle adını verdikleri o muhteşem yolculuğa başlamışlardı. Hava tertemiz, deniz, çarşaf gibiydi adeta. Arjantin’den Şili’ye,  birçok yer görüp Yaradan’ın kendilerine bahşettiği nimetleri büyük bir mutluluk ve coşkuyla kucaklamışlardı.

İki kafadar, bir gün, And Dağları’nda piknik yapmaya gittiklerinde tuhaf bir şeylere rastlamışlardı. Bunlar, şu anda yeryüzünde olmayan bazı canlılara ait garip kalıntılardı. Başta biraz şaşırsalar da Marwin, tüm soğukkanlılığı ve bilmiş tavırlarıyla, bunların Nuh’ın Tufanı zamanında ölen dev canavarlar olduğunu açıklayınca içleri rahat etti. Hemen fosillerin üzerlerine şiltelerini serip, yanlarında getirdikleri öteberilerle, bu güzel havanın tadını çıkardılar. Hatta irice bir köprücük kemiği çıkıntısını sehpa gibi kullanmışlar, hazırladıkları sandviçleri bunun üzerinde yemişlerdi. Kendisi gibi koyu Katolik arkadaşı Robert, Marwin’e dönerek, ‘Tanrı’nın planlarına aklımız nasıl ersin değil mi Çarli?’ diye sordu. Cevabı içinde gizli bu soruyu Marwin başıyla onaylayarak arkadaşına gülümsedi ve birlikte dua ettiler…
 Galapagos Cenneti’ne geldiklerinde ise bu güzel adanın doyasıya tadını çıkarmışlar, bol bol güneşlenmişlerdi. Bir palmiye altında kestiren Marwin, bir ara tepesinde durmadan ötüp, uykusunu kaçıran alaycı kuşa (mocking bird) göz ucuyla şöyle bir baktı. Gördükleri karşısında hayrete düştü. Bu kuş, hiç de memleketi İngiltere’deki alaycı kuşların fizyolojik özelliklerine sahip değildi. ‘Allah’ın hikmeti işte…’ diye düşündü. Her neyse, uykusu çok ağırdı ve bir an evvel tekrar uykuya geçmek istiyordu. Ayağından çıkarttığı takunyayı, kuşun üzerine fırlattı. Uçan kuşun ardından bağırdı: ‘Bi uyutmadın keranacı!..’

Karanlık bastığında, yaktıkları ateş başında oturup hazırladıkları yemekleri afiyetle yediler.  Robert her zaman acele acele yerdi. Marwin ise yemeğin uzun uzun tadını çıkarırdı. İki kafadar, çokça yemenin verdiği rehavetle arkalarındaki büyük kayaya yaslandılar. Robert uzunca bir süre gökyüzündeki yıldızları izledikten sonra Marwin’e dönerek, ‘Bir düşünsene Çarli! Nasıl bir düzen var bu evrende? Haşa, herşeyi bilemeyiz elbette, ama yeryüzü ne çok sırla dolu değil mi?’ diye sordu.  Marwin, tek kelime söylemeden,  her zaman cebinde taşıdığı İncil’i çıkarıp bu sefer ‘Yaratılış’ ile ilgili kısmı okumaya başladı:
‘…Tanrı, “Sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde, gökte kuşlar uçuşsun” diye buyurdu. Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü…
…Tanrı, “İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım” dedi, “Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.” Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı. Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun. İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak. Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere -soluk alıp veren bütün hayvanlara- yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.” Ve öyle oldu. Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü…’
Tüm günün yorgunluğu gözkapaklarını ağırlaştırmaya başlamıştı. ‘Allah rahatlık versin…’ dedi Marwin, Robert gülümsemekle yetinip hemen uykuya daldı…
İkili, bu muhteşem yolculuklarını tamamlayıp, ülkeleri İngiltere’ye döndüklerinde  ne Marwin’in, ne Robert’in ne de insanlığın kafasını kurcalayan en ufak bir şey bile olmamıştı. Herkes mutlu ve huzurluydu… Çok şükürdü…
Sonrası malum:
Ne Marwin, doğa kanunlarının ve canlıların sırlarını keşfetmek için kolları sıvadı,
Ne onca araştırma ve fosillerle desteklenecek olan ‘Türlerin Kökeni’ çalışması yayınlandı,
Ne kilise ve din adamları ayaklandı,
Ne ‘yaratılış teorileri’ ile zıt düştüğü için linç edilmek istendi,
Ne onu ve onun basitçe ‘insanoğlunun maymundan türediğini’ açıklayan teoremini aşağılayan maymun karikatürleri yayınlandı,

Ne sorgulayan ve merak eden insanın hemen ‘dinsiz’, ‘ahlaksız’ kabul edildiği bir platform oluştu,
Ne bilim ve dini aynı kafa yapısıyla değerlendirip, işin içinden çıkamayan insanlar türedi,
Ne teorilerini çürütmek için ‘fosiller, bizim inancımızı sınamak için yerleştirilmiş’ tipinde komik komplo teorileri üretildi,
Ne önerdiği düzenin Tanrı’nın varlığını inkar etmediğini, Tanrı’nın yaratılışı doğal kanunlar üzerinden de planlayabileceğini düşünemeyen insanlar ortaya çıktı,
Ne televizyonlarda tuhaf müritlerinin de desteği ile kendini ‘mehdi’ zannedip Marwin’in teorisine savaş açanlar ortaya çıktı,
Ne asıl işi ‘bilim’ olan kurumların, üniversitelerin, işin içine dini değerleri de katıp, baskılarla yayınlarını sansürleme sıkıntıları ortaya çıktı…
Sorgusuz, sualsiz, mutlu, huzurlu ve karanlık bir hayat böylece sürüp gitti…
Sevgiler
Mert

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder