2 Kasım 2012 Cuma

babalar neler doğuruyor...


Yastığıma salyamı akıtacak ağırlıkta bir uykudan yeni yeni ayılıyorum. Bir tuhaflık var. Ferahlatırken endişelendiren bir tuhaflık…
Koca yatakta yalnız olduğumu fark etmem zaman almıyor. Önbelleğim yatakta sınırsız yatmanın özgürlüğünü coşkuyla karşılarken, hippocampus’üm huzursuz… Önceki tecrübelerden, durumun hayra alamet olmayacağının sinyallerini veriyor.
Her zaman canımı sıkan  tarafta  olmasına rağmen hippocampus’üm haklı… Yataktan kalktığımda eşimi bir yerlere tutunmuş derin nefesler alıp verirken buluyorum.  Sesi sabahın 3’ünden beri sancı çeken biri için oldukça kontrollü. Kendi durumundan beklenmeyecek gereksizlikte bir olgunlukla (zira ben ortalığı yıkmış ve bu saate kadar neredesin be adam diye feryat figan bağırmıştım) beni yatıştırıyor önce. ‘Sakin ol, ama sanırım sancılar başladı…’
‘Sancılar başladı’ lafını duyan bir erkekten daha telaşlı ve şaşkın olabilen tek bir erkek vardır: ‘Suyum geldi’ lafını duyan erkek! O sırada bu anı fotoğraflayan birileri olsa eminim biz erkeklerin tipleri en çok bu zamanda yakınlaşıyordur birbirine: kaşlar kalkık, gözler şehla, ne bok yemesi gerektiğini bilemeyen bir adam! Kendimi hızla koridora atıyorum ve yürümeye başlıyorum. Ayaklarım acilen bir şeyler yapılması gerektiğini kavramış. Ama beynimin (ki kendisine bu tip durumlarda büyük rol düşer) ne yapılması konusunda en ufak bir fikri bile yok. Koridorda koca ayaklarımla modern zamanın Chaplin’i gibi şuursuz yürüyüşler yapıyorum.
Kendi telaşemi söndüremeden eşime hiç de inandırıcı olmayan bir ‘sakin ol’ hareketi yapıyorum. Aklımda hala filmlerden kalan, bir arabayla son sürat hastane kapısına kaydırarak girme sahnesi var. Hamilelik süresince yüzlerce kez duymama karşın algılamakta direndiğim bir durumu eşim bana hatırlatıyor: Doğum süreci uzun bir süreç. Sancıların ve kasılmaların periyodik olarak artması ve şiddetlenmesini beklemek gerekiyor. Bu telkinle gergin bir bekleyişe koyuluyoruz. Bir süre sonra sancılar o kadar doğal karşılanır hale geliyor ki, kahvaltıda iki sancı arası çayları tazeliyorum…
Burada bir ara verip, sizlere, zamanı gelince çok lazım olacak, bu süreçte hummalı çalışmalarım sonucu oluşturduğum pratik doğum sözlüğünü sunmak istedim:


Pratik doğum sözlüğü
Çocuk sahibi olma fikri: Çiftlerden birinin, ‘Ya bizim huzurumuz çok yerinde ve her şey fazla mükemmel gidiyor. Bu sence de tuhaf değil mi? Neden bir çocuk yapıp, uykusuz gecelere, stres dolu günlere yelken açmıyoruz, hayatta omuzlarımıza bindirebileceğimiz en ağır sorumluluğun altında ezilmiyoruz ki?’ şeklinde bir soru önergesiyle çıkagelmesi. (O sıralar kodu çözülmemiş olduğu için kulağa ilk aşamada ‘Yaaa bi çocuk yapsak ne güzel olur di miiii? Ayyy süper olur’ şeklinde ulaşıyor. Hatta erkek kulak zarında filtrelenip ‘sevişelim ya’ şeklinde beyne iletildiği de sık rastlanan illüzyonlardandır.
Prematüre: Gençliğine doyamamış ana-babanın fetüslüğüne doyamayan parmak evlatları
Sancı: Bebeğin yaldır yaldır geldiğini haber veren acılar bütünü
Normal Doğum: Günümüzde anormal karşılanan, doğanın yönlendirdiği bebek sahibi olma yöntemi
Sezaryen: Günümüz modern kent yaşamındaki normal doğum. Annenin karnının bir ‘fatality’ hatta ‘flawless victory’ tadında yarılarak içinden bebeğin sökülüp alınması
Epidural: Doğumu kolaylaştırmak adına (baba için kolaylaştırmaktan bahsediyorum) annenin belden aşağısını hafiften tatlı tatlı paralize etme işlemi. İyi kafa yaptığı söylenir (özellikle babada)
Anestezi: Aşırı telaşlı babaya uygulanan epidural. (Komple paralize edilerek olay mahallinden uzaklaştırılır)
NST: Doğum süresince bebeğin kalp atışlarının dinlendiği cihaz. Ritim tutulduğunda vaktin hızlı geçmesini sağlar. (ancak ritme şarkı söyleyerek ya da el şıklatarak eşlik etmek kabalık olarak algılanıyor, ayıplanıyor bilesiniz)
Süt: Nasıl olduğunu hala anlayamadığım mucizevi anne mahsulü. Verememe durumu, babayı bir yandan dünyanın en şanslı canlısı, bir yandan da bu duyguyu tadamadığı için en vasıfsız varlığı yapar
Bebek:   Doğum mahsulü. Her şeyin kendisine göre düzenlendiği ve sosyal hayatların düzenli bir şekilde kendisi adına kurban edildiği tanrısal kavram. Başlangıç.
Kolik: El kadar bebeğin, kapı gibi anne babayı nasıl çökertebileceğine dair ilk ipuçlarını vermeye başladığı olaylar zinciri. Uykusuz gecelere giriş 101. Bir çok anne-baba için ‘ben naaptım lan?’ sorgusunun filizlendiği hadise diye de geçer. Koliğin babada yansımalarına tıp dilinde Al-kolik adı verilir.
Ağız bezi: Bebeğin susması için ağzına tıkılmaması gereken steril bez. Yalnızca beyle beyle salyalarını falan siliyormuşsunuz… cık cık cık…
Emzik: Plastik sus payı (yerse) Bu arada yerse de sıkıntı, boğazına kaçar Allah korusun. Bir nevi bebeğin emme refleksinin alenen suiistimal edilmesi
Bez: Birden evin temel gideri haline gelen sentetik malzeme. Islaklığı orta tabakada, aile bütçesini orta direkte hapseder.
Gaz: Yeni bebek sahibi olan anne, baba için yeryüzünde duyulabilecek en güzel ses. Ne para sesi, ne su sesi, ne kadın sesi… Osuruk sesi!  Ne yazık ki, bundan cesaretle babanın evde rahat rahat salmasının ayıplanan bir davranış olarak kalması büyük hayal kırıklığıdır.
İnşallah- Maaşallah: En rasyonalist, materyalist ailelerde bile doğum sonrası Adnan Oktar müritlerinden daha sık tekrarlanan kelime dizisi. Ahir yaşama ve spiritüel ögelere bel bağlama durumu
Nazar: Bebekle ilgili söylenen bir kaç güzel söz sonrası anında değmesi ile tehdit edilen unsur.
Kime benziyor ?: Doğum sonrası en çok  duyulan soru. Yumuk yumuk, ödemli minikleri illa birine benzetme ihtiyacı tuhaf olsa da sonraları kanıksanıyor.


…Hastanedeyiz. NST’den takip ettiğim kPa değerindeki kasılmalar giderek artmakta. Ben, kasılmaları ‘ufff bu kasılma acayip oldu!’ şeklinde salak bir coşkuyla karşılarken, eşim bana küfredemeyecek kadar ağrı duyuyor. Durumun ciddiyetini anlıyorum. Normalde iki eli kanda olsa bi küfreder, en kötü laf sokar. Yapılan Epidural sonrası ortam biraz daha rahatlıyor.
Doktor geliyor. ‘Doğum başladı, 1 saate doğurur’ diyor. Öyle birden deyiverince, olaya hiçbir şekilde müdahil olmasam da ‘hazır değilim’ diyorum kendi kendime… Neyse ki benim hazır olup olmamam bir şeyi değiştirmiyor.
Elimde kamera, şaşkın şaşkın olan biteni çekiyorum. Ve işte o an geliyor. Telefon kordonu gibi kalınca bir kordonla annesine bağlı küçük canavarı görüyorum. Minicik… O şaşkın, ben şaşkın… Kalbim duracak gibi oluyor. Öyle sararmış olacağım ki, anestezist, anneden önce bana ‘siz iyi misiniz?’ diye soruyor. Doğumun ilk haftalarında sarılık normalmiş…
Tartıya koyuyorlar. 2 kilo 800 gram diyorlar. Manavdan mandalina almışsın gibi yani… Öyle çok seviyorum ki birden… Küçücük. Muhtaç ve masum. Ağzından burnundan hortumlar geçiriyorlar. Bizimki çığlık çığlığa. Gözlerim dolu izliyorum olan biteni. O ağladıkça ben de ağlıyorum. Mosmor. Hayatım bundan sonra bu mosmor hobbitin etrafında şekillenecek diye düşünüyorum...
Hoş geldin hobbit…
Sevgiler
Mert

4 yorum:

  1. Wayyyy kardessssim, okurken canlandirdim gozumde ama film gibi gelio sanirim gercekligini yakin zamanda hissedecegim:)

    YanıtlaSil
  2. Mert, bu blogu ileride kitap olarak basicam. valla bak. :)

    gelecegin yayincisindan mektuplar...

    beklenen cevap: elinin muzigiyle edebiyata bulasma!

    YanıtlaSil
  3. Ipek ben de yayinci ariyorum kendime zati! Gel bir best seller yapalim benim zirvalardan :)

    YanıtlaSil