2 Temmuz 2012 Pazartesi

mutluluğun resmini kaça satarsın?



Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?’ diye sordu üstat, eşi Vera Tulyakova’ya ithafen yazdığı ünlü ‘Saman Sarısı’ şiirinde…
Abidin duraksadı..
Devam etti:
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren
melek yüzlü anneciğin resmi değil
ne
mavi yosunlu akvaryumda yüzen kırmızı balığın
ne de
al çeperli elmanın
1961 yaz ortasındaki Küba’nın resmini yapabilir misin?
çok şükür, çok şükür
bugünleri de gördüm
ölsem gam yemem gayrinin
resmini yapabilir misin üstad?’
Soran, ömrü yasaklarla, sürgünlerle, hapislerle, memleket hasretiyle, özlemle geçen büyük şair Nazım’dı… Aynı şiirde vatan hasretini,
iki şey var, ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle, şehrimizin yüzü’
dizeleriyle içimize içimize işlemişti…
Ancak soruyu cevaplaması gereken de yine yasaklarla,  sürgünle, çektiği vatan hasretiyle, insanına, memleketine duyduğu özlemle ondan pek de aşağı kalır yanı olmayan büyük ressam ve yazar Abidin Dino idi.
Her ikisi de hayatını, o meşhur ‘mutluluğu’ belki de sadece huzuru arayarak geçiren, baskılarla, sürgünlerle boğuşmuş bu iki üstadın, cevabı başta basit gözüken soru karşısında kifayetsiz kalmaları ne acıdır…
Usta şairin, Küba Devrimi sonrası duyduğu coşku ve yeşeren ümit tohumlarını dizelere dökerken kelimeleri yetersiz bulup çareyi renklerin uzmanına Abidin’e danışmakta bulması…
Yıllar sonra bu konuda Abidin Dino şunları söylüyor:
‘Mutluluğun değil ama sevicin resmini zaman zaman yaptım. Mutluluk süreklilik  gerektiren bir şey. Resim tarihinde pek de yapabilen olmadı. Korkunun, çirkinliğin, sefaletin, mutsuzluğun  yapıldı da mutluluğun hayır…’
Sevincin belki, ama mutluluğun resmini yapamayan Abidin, 1941 yılında önce Çorum’a sonra Adana’ya sürüldü. Yazdığı ‘Kel’ adlı oyun anında toplatıldı. ‘Çingeneler’ adlı film senaryosu yasaklandı. Bunca baskı sonrasında kesin olarak yerleştiği Paris’te vatan özlemi içinde hayata veda etti.
Her ne kadar şimdi isimlerine parklar, kültür merkezleri inşa etsek de bu çınarlara, onlara vatan toprağından uzak, hasret içinde ölümleri reva gördüğümüz de bir gerçek. Şimdi üzerlerinden popülist söylemler yaparak siyasi rantlar elde edilen, arkalarından timsah gözyaşları dökülen değerler, ne yazık ki Nazım ve Abidin ile son bulmuyor. Düşüneni, üreteni, sorgulayanı, sevdalı olanı mahkum eden, yasaklayan, süren bizler, bir yandan aydınlarımıza, sanatçılarımıza ölümlerinden seneler sonra sahip çıkıyor gibi gözüküp bir yandan da aynı zulmü sürdürerek geçmişten en ufak bir çıkarımımız olmadığını ispatlıyoruz.
Ben bugün bu satırları, bundan tam 19 sene önce, 35 aydınını bir otelde diri diri yakan bir toplumun ferdi olarak yazıyorum. Gazetecilerini faili meçhul cinayetlere kurban veren, idamlarla, işkencelerle, sansür ve sürgünlerle dolu bir geçmişe bakarak yazıyorum. O insanlar bizim insanlarımız…
Nazım, belki de o hüzünlü gözlerle mutluluğu betimlemekte zorlanırdı ancak kısa da sürse, mutluluğun bir fotoğrafını bizlere bırakmayı başarmış:


Belki de mutluluk, Nazım’ın o müthiş şiirin sonunda betimlediği gibi, Paris’teki o dev çınarın gölgesine Abidin ile uzanmaktır…
Sevgiler
Mert

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder