6 Nisan 2012 Cuma

iki hayat, iki kanepe...


Her ne kadar 30’lu yaşlarının henüz başında olsa da, kendisini 50’lerinde hissediyordu Erkan… Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde doktora yapıyordu. Pek çok ek araştırma da cabası... Çoğu zaman evinden dışarı çıkmaz, o çok sevdiği kanepesinde, üzerine battaniyesini, kucağına lap topunu alıp, tüm gününü çalışarak geçirirdi.


Çok parlak bir öğrenciydi hep. Kendini bilime, araştırmalara adamıştı. Ama kimi zaman da ‘acaba tadında mı bıraksaydım?’ diye hayıflandığı olurdu.

Neticede tüm yakın arkadaşları, o nefret ettiği (belki de içten içe korktuğu) bu kapitalist düzenin deri koltuklarında yerlerini almış, kariyer basamaklarını hızla çıkmaya başlamışlardı. O, uğruna saçlarını döktüğü, psikolojisini bozduğu ‘akademisyenlik’ için, her şeyi bir kenara bırakıp, arkadaşlarının dolgun maaşlarıyla kıyasladığında harçlık bile denemeyecek üç kuruşluk maaş ile yaşam mücadelesi vermeyi seçmişti. Ek iş yapmak da istemiyordu. Zaten buna zamanı yoktu.

Genelde bu kararının arkasında başı dik dursa da, kimi zaman düşünmüyor değildi: Ne için? Basitliğin, kültürsüzlüğün, bilgisizliğin alabildiğine prim yaptığı, desteklendiği hatta dayatıldığı bir dünya düzeninde ne içindi bütün bu sıkıntılar?

Kitaplardan başını kaldırdığı zamanlarda, sonradan hep pişman olsa da, televizyon kumandasının düğmesine basardı. Kafası bin bir düşünce ile dolu, boş boş zaplardı kanalları… Yeteneklerini göstermek için türlü türlü maymunluklar sergilemekten kaçınmayan insanlar, iki kelimeyi bir araya getiremeyen ama para içinde yüzen magazin ünlüleri, kahvehanede bile rastlayamayacağı argolarla, kimi zaman yumruklaşmalarla bir birlerine giren milletin vekilleri, hazırıklı olsa da her izleyişinde ‘yok artık’ dedirtmeyi başaran sokak röportajları, ağızlardan salyaların, hakaretlerin havalara saçıldığı siyasi tartışma programları, anestezik etkisi yüksek kadın programları, cinayetlerin, tecavüzlerin, ölümcül kazaların sıradan gündem sayıldığı ana haber bültenleri, hayatlarında topa dokunmamış kelli felli adamların saatlerce tartıştığı futbol programları, diziler… Buram buram cehalet kokuyordu.

Sanki televizyonu her açışında, o kutuda gizlenmiş insanlar karşısına birden çıkıp ‘Biz burada çok eğleniyoruz, sen de beynini aldırıp bize katılsana?’ diye teklifte bulunuyorlardı. Aniden hışımla kapatırdı televizyonu Erkan. Onlar gibi olmadığı için şükrederdi, kendiyle gurur duyardı. Ancak kendiyle gurur duyan her insanın doğal arayışı olan başkalarının da kendisiyle gurur duyması hissini bir türlü tadamazdı. Fedakarlıkları, projeleri, başarıları başka insanlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Bazen ailesi için bile… Çoğu zaman arkadaş ortamlarında dalga konusu bile oluyordu. O, herkesin gözünde 30’lu yaşlarında hala bir ‘öğrenci’ idi… Ama neyse neydi. Zaten anlaşılmayı beklemekten vazgeçeli çok zaman geçmişti. En azından  bir zamanlar en yakın arkadaşı Tuncay gibi olmamıştı. Sisteme direnmiş, para ile satın alınmamıştı… Neredeyse tüm gününü geçirdiği kanepesi yeterdi ona…

Kanepesi onun her şeyiydi…


Tuncay, Erkan’ın lise arkadaşıydı. Arlarından su sızmazdı bir zamanlar. Erkan kadar başarılı olmasa da, zeki bir öğrenciydi. Üniversitede yolları ayrılsa da, Erkan ile görüşmeyi sürdürebilmişlerdi. Taa ki, Tuncay iş dünyasına atılıncaya kadar…

Tuncay, Bilkent İşletme Fakültesi’nden mezun olur olmaz çok havalı bir firmada dolgun bir maaşla işe başlamıştı. Şanslı değil, çok şanslıydı. İşsizlik oranının giderek yükseldiği bir dönemde böyle bir işe kabul edilmesi onun için müthiş bir fırsattı.

Hayalleri vardı Tuncay’ın. Artık o da bir iş adamıydı. Pırıl pırıl giyiniyor, toplantılara, fuarlara, seminerlere katılıyordu. Milyon dolarlık projeler konuşulurken, yatırımlar, ihaleler konusunda bilgi ve tecrübe sahibi oluyordu.

Ancak iş dünyasını ve iş adamlığının gerçekte ne olduğunu tanımaya başladıkça motivasyonu giderek azaldı Tuncay’ın. İş adamı diye topluma pazarlanan bu amcalar hiç de kafasında canlandırdığı ya da filmlerde, dizilerde gördüğü havalı iş adamlarına benzemiyordu. Kel, bıyıklı, göbekli koca koca amcaların iş seyahatlerinden beklentisi basitti: Konaklayacakları lüks oteller, tabaklarında tombul parmakları ile yer aça aça tıkınacakları açık büfeler, kokteyllerde yumulacakları kanepeler, kokteyl sonrası yumulacakları bol kadınlı ortamlar… İş, kimsenin umurunda değildi. Neticede bu işler öyle üzerinde çalışma ile yürüyen işler değildi. İşin rengi başkaydı.

Tuncay’ın idealleri, umutları yok olsa da sisteme uyum sağlamak dışında yapabileceği pek de bir şey yoktu… O, artık kendi yolunu seçmişti. Kendisini ne kadar yırtarsa yırtsın, kıramayacağı bir düzen, değiştiremeyeceği insanlar vardı. O da seminer açılış kokteylinde üzerine düşeni yaptı ve zeytin turşulu kanepeden bir tane attı ağzına…

Kanepesi onun her şeyiydi…



Sevgiler

Mert


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder