Hepimizin bildiği gibi demokrasi, hitap ettiği tüm bireylere (vatandaşlarına), organizasyonu (devleti) şekillendirmek adına eşit hak ve özgürlük sunan yönetim biçimidir. Genel algı, devlet yönetim biçimi olmasına rağmen, üniversiteler, işçi ve işveren organizasyonları ve bazı diğer sivil kurum ve kuruluşlar da ‘demokrasi’ ile yönetilir. Aslında demokrasinin tanımı da algısı kadar zordur. Belki anlamı en sık çarpıtılan, sömürülen, kötüye kullanılan, içi boşaltılan kelimedir demokrasi…
Yani eski Roma, ya da eski Hindistan’ın bazı bölgelerinde demokratik hakların sosyal sınıf ayrımına ya da kast sistemine göre şekillendiği ve gücün elitlerin elinde bulunduğu demokratik-oligarşik sistemle, bugün birçok ülkede parlamento ya da meclisteki vekillerle yürütülen ‘temsili demokrasi’ (bkz: Representative Democracy) arasında uçurumlar yoktur. Halk yine, bu sefer ‘seçilmiş elitler’ tarafından yönetilir.
Demokrasinin bir üst mertebesine ‘ileri demokrasi’ denir ve bu uygulamanın savunucuları tarafından ‘ileri demokraasi’ şeklinde iki ‘a’ ile telaffuz edilir ki normal demokrasiden ayırabilelim. Çok ileri formlarında ‘a’ lar üçe çıkar ve ‘k’ ünsüz yumuşamasına maruz kalarak ‘g’ halini alır: ‘İleri Demograaasi’. İleri Demokraasi coşkusunun doyasıya yaşandığı memleket adına eşitlik, fikir hürriyeti gibi temalarda yazacak herhangi bir şey bulamıyor insan. (bkz: nutku tutulmak) Bu konuda bizi eleştiren tüm çatlak seslere ayar çekildi zaten. E tabi burada her şey güllük gülistanlık olunca, tarihte başka memleketlerde ne olmuş, oralarda demokrasi ve insan hakları nasıl ayaklar altına alınıp çiğnenmiş diye meraklanıyorum haliyle.
Bahsedeceğim kavram ‘McCarthyizm’. Ama öncesinde 1947-1957 seneleri arasında ABD Senatörlüğü yapan Joseph McCarthy’i tanımak gerekir. Okudukça, tanımaz olaydım pis herifi diyeceğiniz McCarthy, soğuk savaş döneminin en hararetli ‘anti-komünizm’ savunucusuydu. Dönem, koklayarak, hissederek insanları ‘komünist’ olarak damgalama, cezalandırma dönemiydi. Çamur at, izi kalsın… Amerika’nın ‘komünizm’den delice korktuğu, ezeli rakibi Sovyetleri karalama propagandaları yürüttüğü, komünizmi kökünden kazımak için her türlü mücadeleyi verdiği bir dönem… İşte bu dönemde, sevgili McCarthy, ABD Hükümeti içerisinde ve birçok devlet kurumunda çok sayıda Sovyet ajanı ve sempatizanı olduğu iddiasını ortaya attı. E sonrası malum, ortalık kaynadı, birçok insanın hayatı iftiralara maruz kalınarak karartıldı falan filan… Böylelikle McCarthy, adını ‘anti-komünist’ fikir yapısı anlamına gelen McCarthyizm gibi alkolizmden ölene kadar gurur duyacağı bir kavram ile özdeşleştirmiş oldu.
Öyle McCarthyizm denince akla bir felsefe, bir akım falan gelmesin sakın. Bildiğiniz ‘aha bu gomünüst, bu da, bu da’ hareketi olarak adlandırabiliriz kendisini… McCarthyizm, demokratik bir toplumda devlet gücünün, istihbaratın, siyasetin ve medyanın nasıl kötüye kullanıldığını ve bu kötüye kullanmanın ne korkunç sonuçlar doğurduğunu gösterir.
Birkaç sene öncesine gidersek, McCarthy, İkinci Dünya Savaşı’nda savaşmış ‘Tail-Gunner Joe’ lakaplı bir masa başı askeriydi. Bu lakabını ve askeri kimliğini seçim kampanyalarında da kullandı. Yalan söylemeye daha bu dönemlerde başlamış olan ABD’nin gelmiş geçmiş en kötü senatörü, askeri hizmet kayıtları ve rütbe bilgilerinde dahi yanlış bilgi vermişti. Seçim kampanyasında, başında pilot kaskı, tam teçhizatlı, göğsünde birkaç kat tüfek fişeği ile çekilmiş fotoğraflarını kullandı. Savaş sırasında 32 göre yaptığını iddia etti. Oysa görevi masa başındaydı ve sadece eğitim uçuşlarına katılmıştı. Bana askerliğini yazıcı ya da kantinci olarak yapıp, ağzında rambo bıçağı ile fotoğraf çektiren arkadaşları hatırlatır…
Ticari kafası da fena değildi. Savaş sırasında yaptığı girişimcilikle savaş üzerinden 42.000 $ cukkaladı (bkz: war profiteering). Pepsi-Cola’dan yediği hurmalar, uzunca bir zaman hiçbir yerini tırmalamadı. Cin gibiydi yani abimiz. Gel gelelim senatör, askeri geçmişinin reklamını gayet güzel yapıp, politikaya atıldı ve komünist avına başladı. Her faşizan hareketin başlangıcı gibi, kendisi de ilk seneler gayet silik, uyumlu ve dostane bir tavır benimsedi. Dönemin Cumhuriyetçileri %60 üzerinde oy üstünlüğüne sahipti. Gücü, çoğunluğu arkasında hisseden hemen her iktidar gibi düşüncelerini dikte etmek için zor kullanmaktan çekinmedi. Saldırganlaştıkça popülaritesi arttı, popülaritesi arttıkça saldırganlaştı. 1952’de yayınladığı ‘McCarthiysm: The Fight for America’ ile tüm Amerika’yı komünistlerle savaşa çağırdı.
Kendisini eleştirenleri, gazetecileri ve rakiplerini komünist ya da sempatizanı olmakla suçlayarak, basitçe muhalif güçlerden sıyrıldı, medyayı arkasına aldı. Hatta Drew Pearson adlı bir gazeteciyi tokatladı. Bunları yaparken elbette yalnız değildi. Katoliklerden ve Kennedy Ailesinden çok destek gördü. Demokratların çoğunluğu katoliklerden oluşsa bile, ‘anti-komünizm’ felsefesi muhafazakar katolik camiasından çok destek gördü. Birçok yayın organı, gazeteler, komiteler abimizi gazladı durdu. Belalısı başkan Eisenhower bile McCarthy’nin metodlarını doğru bulmasa da amacını desteklediğini söyleyerek üstü kapalı desteğini esirgemedi.
Ancak hızını alamayıp, saldırılarını onu buralara taşıyan ordu için de sürdürünce, McCarthy kendi sonunu hazırladı. Güç sahiplerinin, iktidarların düştüğü temel hatayı o da yapmış, sınırlarını bilmeden şuursuzca suçlamalarda, yaptırımlarda bulunmaya çalışmıştı. Ama her kuşun eti yenmiyordu…
McCarthy’nin zulmünden nasiplenenlerden biri de Charlie Chaplin’dir. Bu dönemde Şarlo gibi bir değer, ‘olası komünist’ olarak fişlenmiş ve vatandaşlıktan çıkarılması için hakkında türlü soruşturmalar açılmıştır. 1952’de propagandalar amacına ulaşır, ve Charlie Chaplin, bir daha geri dönmemek üzere Amerika’yı terk eder ve doğduğu topraklara, İngiltere’ye yerleşir. Şarlo’nun sol eğilimi filmlerinde belirgin olarak görülür. Konu ile ilgili: ‘Komünist değilim, ama komünist olmak en doğal hakkım’ açıklamalarında bulunur. Bu, onun ayrımcılık ya da faşizmle ilk mücadelesi değildir.
‘Büyük Diktatör’ (bkz. The Great Dictator) adlı eserinde Nazi Almanyası’nı oldukça sert olarak eleştirir, dalga geçer. 1940’taki bu yapıtı ile zaten o dönemde Almanya ile arası iyi olan Amerika’da bir kısım muhafazakarın şimşeklerini üzerine çeker.
Chaplin, Hitler faşizminden kaçarken, McCarthyzim’e tutulur. Herhalde bugün, onun ne büyük bir sanatçı olduğunu tartışmak anlamsız olur.
Fasulyenin faydalarına gelecek olursak, demokrasi, her ne kadar özgürlük, eşitlik ve adalet kavramlarını temel alsa da, sunduğu özgür seçim platformu sonucunda güç arsızlarının, çoğunluğu arkasına alarak her şeyi yapabileceğini düşünen hırslı yöneticilerin, hatta kimi zaman diktatörlerin ortaya çıkmasına araç olmuş tarih boyunca. Bu, demokrasinin ya da iktidarların sorumluluğundan ziyade, bilinçlendirilmeyen, eğitimsiz bırakılan, ya da türlü baskılar sonucu kolay etki altında kalan toplumların sorumluluğudur. Eğitim ve analiz yeteneği kazanmamış, kolay manipüle edilen toplumların elinde demokrasi bile tehlikeli bir araç haline gelebiliyor.
Klasik ama, eğitim şart…
Sevgiler
Mert
Kaynak: ‘İçimizdeki Zalim’ E.Kongar, wikipedia
fidel castro'nun elinde değil seçimle gelmiş birinin elinde olabilir...diyosunuz!!!
YanıtlaSilmerhabalar,
Siltam olarak castro vurgusu yapmasam da, fişlemenin, toplumları manipule etmenin, farklıyı ötekileştirmenin ve bunu 'demokrasi' başlığı altında yapmanın ne kadar yaygın bir politika malzemesi olduğunu hatırlatmak ve tarihi bilgi verebilmek adına yazılmış bir yazıdır kendisi...elbette seçimle yönetime gelen, hitap ettiği tüm kesimi kucaklamakla yükümlüdür. demokrasi bunu gerektirir.