‘Hasta
olduğun için değil, hayatta olduğun için öleceksin.’
Lucius
Annaeus Seneca
‘Bir umuttur yaşatan insanı’ diye
iddia eder Bulutsuzluk Özlemi, sazına davranmadan hemen önce. Belki de hayatın
kendisinin bir ‘bekleyiş’ olduğunun en yalın ifadesidir o meşhur şarkılarındaki
güzel nakarat.
Nasıl ki, varılacak yer, yolun
nihai hedefi olmasına rağmen asıl olan yolun kendisiyse, en belirgin ve çıplak
nihai hedef olan ölüme giden yolun ta kendisidir ‘hayat’ dediğimiz ölümlü…
Doğduğumuz gün başlarız ölmeye. Doğmak, ölmenin ilk adımıdır ve hatta…
Peki bile bile her geçen gün
öldüğümüzü, nasıl baş ederiz bu ölümlülük haliyle? Elbette en yalın ve en ilkel
tepkilerimizle: Unutarak ve umutlanarak!
Uzunca bir otobüs yolculuğuna
çıktığımızı düşünelim (ve bu yola hayat adını verelim) Yolun çekilmezliği ve
sıkıcılığı ile nasıl başa çıkarız? Bazen kafamızı cama yaslar uyuruz ve yolda
olduğumuz gerçekliğinde uzaklaşırız (unutmak). Ara sıra da vardığımız yerlerden
hareketle güzergahımız boyunca varacak olduğumuz yerlerin ümidini besler, ‘az
kaldı’ deriz kendi kendimize (umutlanmak). Peki hayat bir otobüs yolculuğu
mudur? Belki de yukarıdan öyle gözüküyordur; kim bilir?
Hayat bir bekleyiştir gerçekten
de. Uzun ve rutin bir bekleyiş. Hayatın kısalığından yakınanlar bürüt yerine
net hesap yapanlardır. Evet, net hayat kısadır. Çünkü bürüt hayat, sıkıcı ve
bitmek bilmez bekleyişleriyle çok yer kaplamaktadır. Umut, bu bekleyişin can
suyudur. Umutsuz bekleyiş, uzun sürmez.
Her ne kadar Nietzsche, umudu kötülüklerin anası olarak tanımlayıp, işkenceyi
uzattığını öne sürse de, umut etmeye kodlanmışızdır hepimiz; bekleyiş
acılarımızı bir nebze dindirebilmek ve her şeyin değişeceğine, güzel şeyler
olacağına inanabilmek için…
Unutmak ise, yalın gerçekliğe
karşı istemsiz geliştirdiğimiz bir savunma mekanizmasıdır aslında. Bizi ve
aklımızı korur. Unutmak yok saymaktır. Hiçbirimiz, ölümlü olduğumuz ve ölümün
her an bizi bulabileceği gerçeği ile her gün yüzleşme cesaretine sahip değildir.
Bu yüzden ölümsüz gibi yaşarız her günümüzü. Önümüzde daha bolca vaktimiz
olduğuna inandırırız kendimizi. Böyle katlanırız totaliter hayat düzenimizin
rutinlerine. Böyle teslim edebiliriz en değerli vakitlerimizi sabah girip akşam
pestil gibi çıktığımız iş yaşamlarımıza gönül rahatlığıyla. Böyle yaşayabiliriz
her günümüzü sıkılmadan tıpkı bir önceki gibi. Ve böyle koruyabiliriz kendimizi
günümüzde ‘delilik’ olarak tanımlanan o sınırsız özgürlükten…
Unutma sürecinde miskinleşir,
yaşama aktif katılımızı erteler ya da bitiririz. Keşfetmeyi, soru sormayı, risk
almayı, araştırmayı, kısacası cesur olmayı beceremeyiz bir türlü. Ve hayat,
gözlerimizin önünde ipliği sökülen yün kazak misali akar gider. Bu tekdüzelik,
artık bizim düzenimiz haline geldiğinde ise, sadece ona sahip çıkmak ve
korumakla yetinmeyip, ‘hayatını’ yaşamak isteyen bireyleri de köreltmek,
sindirmek ve kendimize benzetmek için elimizden geleni yaparız. Mikro ölçekte
aile içinde anne babanın evlatlarına, makro ölçekte kuralların, törelerin, sınırlamaların
topluma dayattığı totaliter düzenin temel besin kaynağı da iste tam da bu
reflekstir.
Ölümlülük, insanoğlunun yegane
acizliğidir ve insanoğlu doğasındaki ego gereği acizliklerden hiç hoşlanmaz. Bir
türlü çözüm bulamadığı bu zayıflığını, onu görmezden gelmeyle, yok saymayla
defeder.
Son zamanlarda okuduğum en
etkileyici kitap olan Dino Buzzati’nin Tatar Çölü adlı romanı, işte tam da bu
konuyu irdeliyor. İç karartıcı Bastiani Kalesi’ne tayin edilen ve başlarda bir
an evvel kurtulmak istediği bu bunaltıcı düzenin, adım adım bir parçası haline
gelen Drogo adlı teğmenin hazin öyküsü anlatılıyor. Drogo’da hepimizden bir
şeyler bulmak mümkün. Hepimizi çepeçevre sarmalamış olan bekleyiş duygusunun
yanıltıcı ve uyuşturucu etkisi, kullanılan dilin yalınlığından kayaklı bir
çıplaklıkla suratımıza tokat gibi çarpıyor.
Belki de tüm bunları pek önceden
görmüş olan Nikos Karancakis’in mezar taşına, kendi eseri Çileci’den
alıntılanan şu satırların yazılması boşuna değildir:
‘Hiçbir şey ummuyorum, (Δεν ελπίζω τίποτε,)
hiçbir şeyden korkmuyorum, (Δεν φοβούμαι τίποτε,)
özgürüm. (Είμαι λεύτερος.)’
Buzzati’nin bu başyapıtını,
çeşitli felsefi akımlar ve edebi eserlerle beslemek elbette mümkün. Tatar Çölü’nde
kurgulanan totaliter düzen ve iç karartıcı rutin, Marquez Usta’nın Yüz Yıllık
Yalnızlık’ta anlattığı nesiller boyu tekrarlanan olaylar dizisi ve yaşamın
boşluğu fikrine yapılan göndermeler ile bir hayli örtüşüyor. İki eserde de
görülen sade ve samimi anlatım dili, bir diğer ortak nokta. Varoluş felsefesi
düşünürlerinden Sartre’yi, Camus’yü de unutmamak gerekir biraz daha derinlere
inmekse niyet. Ancak tüm felsefi ögelerden uzak, düz bir hikaye olarak okunsa
dahi, kahramanına üzülürken, kısıldığınız hayat kapanının kahramanınkinden çok
da farklı olmadığı aydınlanmasını yaşadığınız, içinizi birkaç hamlede burkan
bir kitap tadı kalıyor dimağlarınızda.
Birkaç alıntı ile iştahınızı
kabartarak konuyu toplamak lazım gelir. Önemli olan hepimizin potansiyel bir
Drogo olduğu ayrımına varmak ve kendi hayatımıza seyirci kalmamak için bir an
evvel kolları sıvamaktır efendim…
Yitip gitmez ömür üzerine:
‘… Gençliğinin solmaya başlamış olmasına rağmen, inatçı bir yanılsama
sonucu, yaşam bitmek bilmezmiş gibi görünüyordu gözüne. Ama Drogo, zamanın ne
olduğundan habersizdi. Önünde tanrılar gibi, yüzlerce gençlik yılı olsa dahi,
ona düşen pay, hep küçük kalacaktı. Oysa, onun önünde, tersine basit ve sıradan
bir yaşam, cimrice verilmiş bir armağan gibi, yılları parmakla sayabilecek ve insan
tanıyana kadar eriyip gidecek küçücük insani bir gençlik vardı…’
Zamanın akış hızı üzerine:
‘…Zaman, gitgide daha hızlı bir biçimde akıp gidiyordu; sessiz ritmi
yaşamı parçalara ayırıyor, insan geriye bir göz atmak için bile duramıyordu.
‘Dur! Dur’’ diye bağırmak istiyor ama sonra bunun hiçbir yararı olmadığının
farkına varıyordu. Her şey, insanlar, mevsimler, bulutlar, her şey kaçıp
gidiyordu; insanın taşlara, bir kayanın tepesine, asılması da yararsızdı,
yorulan parmaklar gevşiyor, kollar cansız bir şekilde düşüyor ve insan kendini
bu çok yavaşlamış gibi görünen ama hiç durmayan ırmağa kapılmış buluyordu…’
Yalnızlık üzerine:
‘…İnsanın tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye
inanması çok zordur. İşte tam o dönemde, Drogo, insanların her zaman
birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı
sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu;
bir insan acı çektiğinde, diğerlerinin, duydukları sevgi ne denli büyük olursa
olsun, bu yüzden acı çekmediklerini, ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun
oluşturduğunu fark etti…’
Zamanın göreceliği üzerine:
‘…Bu on beş yıl dağlar için hiçbir şey ifade etmemektedir, kalenin
surları açısından da pek önem taşımayan bir zaman dilimidir. Ama, insanlar
açısından, her ne kadar bu yılların nasıl geçtiği tam anlaşılamamış olsa da,
zaman kat edilmesi gereken uzun bir yol oluşturmuştur. Simalar, üç aşağı, beş
yukarı hep aynıdır; alışkanlıklar, nöbetler, subayların akşamları birbirlerine
ettikleri laflar hiç değişmemiştir...’
Sevgiler,
Mert
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder