Tarih boyu dinler adına dökülen
kan yetmemiş olacak ki, aynı dine mensup insanların dahi mezhep farklılıkları
nedeni ile birbirlerinin canına kıydığı dönemleri yaşıyoruz şimdilere. Mezhep
çatışmaları elbette yeni değil. Belki dinler tarihi kadar eski. Bugün Ortadoğu
kan gölü. Yalnızca aynı mezhepten olmadıkları için topluca infaz edilen
insanların haberlerini izliyoruz her gün. Bir bahar havası estirilerek
diktatörlerin, yani eskinin yüce, şimdinin tu kaka insanlarının, alaşağı edileceği,
kurak topraklarında özgürlüğün, demokrasinin yeşereceği bir devrim masalıyla
gazlanan kitleler, topraklarındaki kaos ile kalakalmış durumda ne yazık ki.
Tam da istenildiği gibi işlerin
kontrolden çıkması ile, aynı kaderin, aynı mahallenin insanları, birbirlerini
boğazlayarak coğrafyayı sonsuz bir kargaşaya ve iç savaşa sürükledi. Gözümüzün
önünde, burnumuzun dibinde oynanan bu böl-yönet oyunlarını izlerken, film izler
gibi izlemekten ziyade, kendimize pay biçip, almamız gereken çok önemli dersler
var elbette. Bunların başında birbirimizin inanç ve yaşam tarzlarımıza saygı
duymak, toplumsal kutuplaşmalardan ve iç-dış manipülasyonlardan olabildiğince
uzak durmak geliyor.
Geçmişimize şöyle bir
bakıldığında, Alevi vatandaşlarımızı rencide edebilmek, onları çileden
çıkarabilmek için hemen her şey layıkıyla yapıldı herhalde. Alevilerin
ibadethanesi cem evleri için zamanında söylemediği kalmayanlar ( ucube, terör
yuvası, cümbüş evi… vs.), şimdilerde de tepeden bakan bir üslupla,
karşısındakini aptal yerine koyarcasına: ‘haydi sizin cem evlerini bizim
camilerle birleştirelim ne dersiniz?’ gibi buram buram asimilasyon ve birleştirmeden
çok ayrıştırma kokan parlak bir proje ile çıkageldi.
Yeni bir ‘açılım’ başlığı ile
Aleviliği bir mezhepten ziyade bir ‘tarikat’, cem evini inanç ve kültür
merkezinden ziyade bir ‘tekke’, maaş bağlamayı önerdikleri dedeleri ise birer ‘devlet
memuru’ haline getirmek istenerek, yapar gözükürken yıkma örneklerinden biri
sergilendi. İnançlı olan herkesin her yerde ibadet edebileceği serbestisini
tanıyan kucaklayıcı bir dinin mensupları için, oldukça içten pazarlıklı bir
yaklaşım gibi sanki… İnsan ne kadar temiz kalple yaklaşmak istese de yüzlerdeki
o bıyık altı gülmeleri görmezden gelemiyor.
Az önce belirttiğim açılım
kisvesi altındaki oldu bitti projesi, beni 16.yy İngiltere'sine götürdü. (Hoppalaa?)
Hazır mezhepler söz konusu iken, bakınız VIII. Henry neler neler yapmış:
Bir kere Henry Tudor’u iyi
tanımanız ve ne büyük bir ego sahibi olduğunu bilmeniz açısından kendisinden
bir alıntı ile konuya başlayayım:
‘ Bizler, Tanrı’nın inayetiyle İngiltere’nin kralıyız. Ve tarihte
Tanrı’dan başka hiçbir şey, İngiliz krallarından daha üstün olmamıştır’
E tabi o zaman millet iradesi
yok. Adam kral! Amca ne koysa gidiyor yani. Ne koyulsa gideni milli iradelerden
ise hiç bahsetmeyeceğim, korkmayın. Konumuz İngiltere Krallığı!
VIII. Henry’i bir zamanlar ülkemizde de
gösterilen Tudors dizisinden bilenleriniz vardır belki. (Kanuni zamanını,
Demokrat Parti dönemlerini, 80’li yılları ve hatta klasik Türk edebiyatı
eserlerini dizilerden takip edip öğrenen, spoiler duyunca ‘sonunu söyledin
yaaa, inanmıorm yaneee!’ diye sinirlenen bir neslin evladı olarak VIII. Henry’i
Tudors dizisindeki başrol oyuncusu Jonathan Rhyes Meyers sanmanın bana hiç de tuhaf gelmediğini belirtmek
isterim.) Belki bilenler de konunun bugünkü Alevi-Sünni polemikleri ile
ilgisini merak ediyordur. Eh, merak olmasa okunur mu bunca yazı? Değil mi ama?
(Nasıl toparlayacağım korkusu kendini alttan ufak ufak hissettirmeye başladı,
neyse bağlayamazsam kusura kalmayın)
Şimdi bizim çapkın Kral Henry, bereket
versin, 6 kere evlenmiş. Karılarının akıbetine şöyle bir bakınca, çok da uğurlu
bir adam olduğu söylenemez. Pek çoğunun kellesi kesildi neticede. İktidarı döneminde 72.000 kişiyi idam eden
bir adam için çok da çarpıcı bir bilgi olmasa gerek. En meşhur karısı Anne Boleyn’in kafası
kesilirken tenis oynayan bir adamdan bahsediyorum vesselam.
Neyse, Kral Henry, 42 yaşına
gelen karısı Catherine’den artık bir erkek çocuk doğurma ümidi kalmadığını
anlayınca gözünü başka çöplüklere çevirir. Ne yapıp edip bu evlilikten
kurtulmalı, soyunu devam ettirebileceği başka sulara yelken açmalıdır. Boleyn
kızı da fena hatun değildir hani. Ancak o işler de o kadar kolay değildir.
Ortada ömür boyu sürmesi gereken bir Katolik nikahı vardır ki, çok baş ağrıtır.
Yani gençler konuşmuş anlaşmış gibi bir durum yok. Yengemiz Catherine’in arkası
sağlamdır. (Muhit anlamında. Diğeri için buradaki fotoğraftan pek bir şey
söyleyemiyorum. Neticede tarlatan çok yanıltıcı olabiliyor) Kendisi Kutsal
Roma-Cermen İmparatoru Şarlken’in teyzesidir. Şarlken ise Katolik Papalığın
hamisi yani, boru değil. Mesele kutsal Katolik ittifakını korumak… Yok öyle
anlaşamadık, boşanalım falan…
‘Bana ne lan, o onun kaynı, bu
bunun şeysi, yok ayıp olur, yok Katolik kilise ıvır zıvır.. bi daha mı gelicem lan
dünyaya? Ben yeni karı istiyom!’ diye tutturan bizim Henry, ‘Bizi boşa hemen!’
diye gider papanın başının etini yer. Papa zorda. İki ucu boklu değnek. Henry’i
bir miktar yapma, etme diye oyaladıysa da artık köşeye sıkışmıştır. Papa’dan
hayır gelmeyeceğini anlayan Henry, burnunun dikine ya da bir şeylerin
doğrultusuna gitmeye karar verir ve Anne Boleyn ile daha Catherine’den
boşanmadan evlenir. E tabi, Papa küplere biner. (bkz. kutsal küp) Çaaat! Henry’i
Katolik mezhebinden aforoz eder! Vay efendim sen misin bana bunu yapan, beni
tanımayanı ben hiç tanımam uleeen nidaları ile Henry de Papa’ya hareketin
kralını gösterir ve koskoca İngiltere, bir adamın uçkur davası yüzünden Katolik
Kilisesi ile yani Roma ile tüm bağlarını keser. Katolik İngiltere hoooop, olur
size Protestan İngiltere. İngiliz papazlar, Henry’e bağlılık yemini edip,
Katolik mezhebinden vazgeçerler, Katolik manastırları kapatılır. Roma için
ayrılan paralar İngiliz hazinesine aktarılır, bizim Henry sermayesine sermaye
katar falan filan…
Böylesi gayri-ciddi bir
inatlaşmadan doğan bu restleşmenin, günümüz İngiltere’sinin temellerini atması
ve bu dönemin tarihe English Reformation olarak geçmesi de konunun bir başka
tarafıdır. İngilizce İncil okumanın bile ciddi şekilde cezalandırıldığı bir
dönemde, kutsal Roma’ya posta koyan Henry sayesinde, İngiltere, anadilinde
ibadet etmeye başlamış ve her haliyle İngilizleşmişti.
Henry, kiliseye açtığı savaş
açısından elbette bir Martin Luther değildi. Ancak kişisel sebeplerle de olsa
ülkesini Katolik Kilise’nin boyunduruğundan kurtarıp istemeden de olsa aydınlanmanın
yolunu açmıştı.
Demem o ki, mezhep çatışmaları,
genellikle siyasi, ekonomik hatta Henry’de olduğu gibi bazen oldukça kişisel çıkarlar (bkz: uçkur)
üzerinden fişteklenen, ve neticede bu mezhebe ya da inanca mensup masum ve iyi
niyetli kişilerin iyi durumda rencide edildiği, kötü durumda ise katledildiği
çatışmalardır. Bu farklılıkları bir kültürel zenginlik olarak kucaklamayıp,
çatışmalar ve ayrıştırmalar üzerinden siyaset yürüten vicdansızların oyunu ise
yalnız ve yalnız sağduyu ve farklı inançlara duyulan saygı ile bertaraf
edilebilir.
Sağduyunun ve saygının galip
geldiği çatışmadan uzak günler temennisiyle….
Sevgiler
Mert
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder