27 Mayıs 2013 Pazartesi

okunmaması gereken kitaplar...



'Soğuk soğuk terliyorum... Kapkara bir sıkıntı kaplamış içimi. Paltomun cebinde her adımımda şıkırdayan anahtarlığım misali, en mutlu anımda dahi hissettiriyor kendini. "Yabancısın" diyor, iç sesim. Ait değilsin buralara... "Ne demek yahu?" diyorum. Buralıyım ben. Bal gibi de aitim buralara. Nereye giderim bu yaştan sonra? Hem niye gideyim ki? Burası memleketim benim..." Ama bırakmıyor beni... Sokakta gezerken, dolmuşa binerken, televizyondaki tartışmaları, haberleri izlerken, insanlarla tartışırken hep o ses... "Yabancısın sen..."

 
Her şey üst üste geldi sanırım...

İnsan hayatının siyaset sofralarına meze edildiği, savaşlar üzerinden ekonomiler yaratıldığı, dini inançarın, siyasi görüşlerin, yaşam tarzlarının dayatıldığı, güçlünü ya da çoğunluğun, güçsüzü ya da azınlığı ezip yok ettiği, farklılıklara tahammül edilmeyen, eleştiriye taviz verilmeyen, sığlığın, tüketimin, şakşakçılığın ve cehaletin teşvik edildiği, hata mükafatlandırıldığı bu boktan dünya düzeni içinde kendime bir götlük yer bulamamam, herhalde aşağıda açıklayacağım bu olaylar zincirinin tezahürüydü.

Mavi Sakal'ın dediği gibi, 'İki Yol' var önünde insanın. O yolların ne olduğunu da Yeni Türkü söylemiş vakti zamanında: 'Ya dışındasındır çemberin, ya da içinde yer alacaksın...' Ya insan tüm dikenlerini aldırıp bu çemberin içindeki anafora kendini kaptırıyor, ya da çemberin dışında, dalgalara karşı yüzerek her kulaçta daha da yoruluyor, kahroluyor. Çemberin içi sıcak. Çemberin içi mutlu... Dert yok tasa yok... Dert çok, tasa çok, ama gören yok, üzülen yok... Düşünen hiç yok... Bir kere gelinen hayattaki temel hedef olan 'mutluluk' için belki de en doğru tercih. Tabii, dikenlerinizle birlikte, vicdanınızı, kişiliğinizi, duygularınızı ve onurunuzu da aldırmayı başarabilirseniz... Diğer türlü üzgünüm, bu yolda da 'mutluluk' yok size. Çünkü mutluluk, huzurla gelene denir. Zaten Mavi Sakal, konuyu açtığı gibi bitirmeyi de bilmiş bu eserinde... 'Hepsinin sonu aynı'. Eh, ölümlü dünya...

Kendimi içinde bulunduğum toplumun bir parçası olarak göremediğim, yabancılaşmaya başladığım zamanları hatırlamak güç. Ancak bu 'başkalaşım' sürecini tetikleyenin o Selim Işık denen adam olduğunu çok iyi biliyorum.

Evet, evet... Üzerinde düşündükçe daha bir netleşiyor. Selim Işık'tı, içimdeki yalnızlık ve yabancılık duygularını filizlendiren. Onunla Oğuz Atay'ın o unutulmaz eseri 'Tutunamayanlar'da tanışmıştım. Onu okurken, yani onu her sayfada daha bir tanırken, ne kadar üzüldüğümü ve ne kadar sevindiğimi hatırlıyorum da... İkisini bir arada yaşamak oldukça sarsıcıydı. Selim Işık'ın yaşadığı yalnızlığa ve hüsranlara üzülürken, duygularına, düşüncelerine ortak olmanın, kafasının içinde dolaşabilmenin sevinci kaplıyordu içimi. Yani kısacası o meşhur tutunamayan Selim Işık başlattı her şeyi...



'Selim Işık, dünü, bugünü, yarını,
işte bu ortam içinde öldürdü.
eksiklik duygusunun acısıyla güldürdü.
ucuz düşüncelerindeki ucuz düzen, ucuz romanların
ucuz yaşantısı
ucuz huysuzlukların ucuz saplantısı
ucuz ucuz ucuz ucuzdu.
dalgın, sinirli, suskun, huysuzdu.'

Hayatta içtiği sigaradan, beraber olduğu kadınlara kadar hiçbir şeyin kendi seçimi olmadığını düşünen Selim Işık... Kendi kararının, kendi seçiminin yalnızca 'kendi ölümü' olduğunu düşünen Selim Işık... Silahla, kendi kafasına, kendi evinde... Ölümünden sonra arkadaşı 'Turgut'ta ve onun hayali arkadaşı Olric'te yaşayan Selim Işık...

Düşüncelerine büyük bir içtenlikle bağlı olan, ancak -en büyük kabahati (ve de mutlak hayal kırıklığı)- herkesi de öyle sanan bir "disconnectus ercetus"...

Uyarmışlardı beni. 'Bak' demişlerdi. 'Tutunamayanlar'ı ya çok sever, içine çeker, sindirirsin, ya da okuyamaz, bu kitaptan nefret edersin. Arası yoktur bu işin...' Sanırım bu iki zıt duygu, okuyucunun bir  'tutunabilen' ya da 'tutunamayan' olmasından kaynaklanıyordu. Elbette bir Selim Işık değildim. Hiçbirimiz onun gibi olamazdı. Hiçbirimiz onu kadar kendi kafasının içinde yaşayamazdı. Ancak içimde bir yerlerde bir Selim Işık vardı. Hissediyordum bunu. Bu bir özenti de olamazdı. Selim Işık, özenilecek bir adam da değildi nihayetinde...

Ancak sözleri vurucuydu, iç acıtırdı:

'Beni yıkın artık. Günseli derdi üstünüze çökmeden yıkın beni. Yerime cam mozaik cepheli bir apartman yaptırırsınız size iki daire on bin lira da para verirler. Çok beklemeyin sonra üstümden yol geçirirler belediyeden metelik alamazsınız. Sağlığımda bir işe yaramadım hiç olmazsa enkazımdan bir şeyler kazanırsınız. İyi kötü taraflarımı ayıklayabilseydim, belki içimde oturulabilirdi fakat masrafa değmez, hangi tarafımı tamir ettireceksiniz? Yıkıp yeniden yapmak daha ucuza gelir.'

Tuhaf bir yabancılaşma duygusu yayılıyor her geçen gün içime... Sanki kendi hayatımı, olan biteni dışarıdan seyreder gibiyim. Buralara ait değil gibi... Öyle tuhaf bir histir ki bu, sizi sevdiklerinizden alıkoyar, renginizi soldurur. Tarifsiz bir iç sıkıntısı duyarsınız pek sık. Ancak dayatılanla aranızda koruduğunuz mesafe, verdiği acıya rağmen öyle bir doyum, öyle muhalif bir keyif yaşatır ki insana, geri dönüşü yoktur bu 'yabancılaşma' illetinin...

Başıma sardığım Selim Işık yetmezmiş gibi, seneler sonra bir de Aylak Adam çıktı karşıma. Nam-ı diğer C. (Hayatıma bir adet C., bir adet Ç. girdi. İkisi de allak bullak etti beni. Ç'ye sonra değineceğim.)



C., bu hayata tümden yabancı bir adamdı. Babadan zengin, keyiften işsiz, hafif de kafadan kontaktı. Olaylara bakışı, hayatı algılayışı ve yaşantısı ile çevresindeki her şeye ayak diriyordu. Belki de bunu bilmeden, doğuştan bir yabancı olduğu için yapıyordu.

İşini sorana 'Aylak'ım ben' diye cevap veren, piyano düşkünü, sıradanlık karşıtı bu entelektüel romantiğin, taksici sohbeti dinlememek için arabadan erken indiği, berbere susması için bahşiş sıkıştırdığı bu ilginç ama bir yandan da hüzünlü yaşamı, içime yer etti.

'İnsanın adı, onunla en az ilgili yanıdır.' diye düşünen, belki de sırf bu yüzden ismini tek harf dışında hiçbir zaman bilemeyeceğimiz C., Yusuf Atılgan'ın yalnızca Türk edebiyatına değil, istenilen gibi düşünmeyen, sunulanları sorgulayan herkese değerli bir armağanıydı.

Aylak Adam, -siz'lerden -iz'lerden hoşlanmazdı:

"... Bütün bu sizler, izler, uzlardan sıkılırım ben. Yapmacık, fazlalık gibi gelir. İkinci konuşmamda sen diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam. Ne dersin(iz)?
- Galiba sizi anlıyorum.
- Yanılıyorsun, siz anlanmaz, sen anlanır. Bazı kitaplarda sizi seviyorum’u okuyunca gülerim. Sanki siz sevilirmiş gibi. Sen sevilir. Değil mi?
- Seni anlıyorum..."

İşte ben de seni anlıyordum C. Hem de çok iyi anlıyorum...

Yabancılaştığını ve buna mukabil yalnızlaştığını hisseden insan, Albert Camus'nün 'Yabancı'sını okumamalı elbette. Ya da yarasına az daha da tuz ekecek bu eylemin sonuçlarına katlanmalı... Ölümü bile sıradanlaştıran, tepkileri ve düşünceleri toplumsal değerler ile örtüşmeyen, hatta bu nedenden kendi hakkını dahi savunmayı gereksiz gören bir 'tutunamayan' vardı yine karşımda.


 

Yabancılaşmanın, topluma, onun normlarına, değer yargılarına ve dogmalarına uzaktan bakıp, olan biteni uzaktan seyretmenin resmini çiziyordu Camus bu kısa hikayesinde.

Battı balık yan gider misali, gün geldi Raif Bey'le tanıştım. Bilirsiniz, Sabahattin Ali'nin 'Kürk Mantolu Madonna'sındaki o mülayim Raif Bey ile. (Henüz tanışmadıysanız, fazla vakit kaybetmeyin derim. Ya da vazgeçtim, tanışmayın.) İçimi parçaladı o güzel adam. Duyduğu aşk, içinde erittikleri, defterine döktükleri beni ezdi geçti. Raif Bey de tutunamamıştı. O da sığ okyanuslarda derinlik aramak için çok çaba sarf etmiş, ancak elde edebileceği tek derinliğin kendi içinde olabileceğini idrak edip, hayata sırtını dönmüş bir yabancıydı...


Yaşadığı aşk, bu aşka duyduğu çekingenlik ve mahcubiyet, hassasiyet dolu yaşamının temelini oluşturan nezaket, bugünün hızlı tüketim malzemesi haline gelen, çıkar ya da beklenti merkezli ilişkilerimiz ile kıyaslandığında ne kadar anlamsız hayatlar sürdüğümüze dair insanın yüzüne tokat gibi iniyordu. Okudukça kendi duygularınızdan, ilişkilerinizden utanabileceğiniz incelikte bir adamdı Raif Efendi. Bir yerde görüp, ezikliğine, pasifliğine kızabileceğiniz, ya da tümden görmezden gelebileceğiniz o silik adamın yüreğinde kopan sessiz fırtınalar, okuyanı oradan oraya savuruyordu...

Raif Bey'in kendisi gibi başka bir tutunamayan olan Maria Puder'e duyduğu o derin ve karşılıksız sevgi, o gerçek olamayacak kadar dürüst ve imkansız sevgi, yalnızlığı ve hayatındaki umutsuz anlam arayışı ne kadar da sihirli bir dille anlatılıyordu... Yüzeysel hayatlarımıza nasıl da anlam katıyordu...

İlişkiler konusunda önyargıları vardı onların. 'İnsanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için her atılan adım onları daha çok uzaklaştırıyor' diyorlardı.

İnsanların birbirlerine besledikleri önyargılar konusunda ise oldukça tepkiliydi Raif Bey, elbette o asil nezaketi elverdiğince..:

'İnsanlar birbirlerini ne kadar iyi anlıyorlardı... Bir de ben bu halimle kalkıp başka bir insanın kafasının içini tahlil etmek, onun düz veya karışık ruhunu görmek istiyordum. Dünyanın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz? Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?'

İşte böyle... Ona göre bir peyniri anlamak için sarf ettiğimiz enerjiyi, birbirimizi anlamak için sarf etmiyorduk. Güzel adamdı vesselam...

Edebiyatın kuytu köşelerindeki yalnız kahramanlar, hayat yabancısı filozoflar, elbette Selim Işık ile, Aylak Adam C. ile, Raif Bey ile sınırlı değil. Böyle birçok kahraman var bu okunması tehlikeli kitapların sararmış sayfalarında... Tıpkı gündelik yaşamımızda yanımızdan yürüyüp geçen, tanışsak dahi gerçekten tanımaya tenezzül etmeyeceğimiz birçokları gibi...

Ve bir de televizyonların tutunamayanı var: Behzat Amirim. C.'den sonra beni vuran Ç., ta kendisidir. Her ne kadar hayali bir kahraman da olsa, günümüzün acı realitesi ile de savaşan, tepki vermekten korkmayan ve böylelikle hepimizin sevgisini kazanan Behzat Ç... Dizi boyunca yaşadığı sıkıntılar yetmezmiş gibi, bir de günümüz siyasilerinin 'yok alkolik', 'yok küfrediyor', 'yok kötü örnek' diye dillerine pelesenk ettikleri, davalardan, sansürlerden, baskılardan, yayın saatlerinin değiştirilmesine kadar her türlü tacizi uyguladıkları Behzat Ç... Sistemin adamı olmayı hem dizide, hem gerçek hayatta reddeden bir dizi karakteri... Güçlüyle, baskılarla, hem senaryo icabı, hem yürekten savaşan cesur amirim... Televizyondaki o makyajlı, güzel vücutlu, alkolsüz-sigarasız, çiçekli böcekli balon dünyayı samimiyetiyle, cesaretiyle ezip geçen bir halk kahramanı... Yalnızların, tutunamayanların, yabancıların, hepimizin Behzat Amiri... İşte o da ekranlardan, kendine yakışır şekilde geçti gitti geçenlerde. Ancak yüreklerimizden geçip gitmesi tıpkı diğer tutunamayanlar gibi hiç de kolay olmayacak...


Tutunduklarınızı sorguladığınız, muhalif duruşunuzu koruyup, hayatı yabancılama yetinizi kaybetmediğiniz mutsuz ama omurgalı bir hayat dilerim efenim...

Sevgiler

Mert




2 yorum:

  1. 4 kutsal kitap. :)
    Selim'ciğim Işık'a, "C" ye, Meursault'a ve tam bunlarla aynı kategoride olmasa da Raif Beyefendi'ye selam olsun. Elbette içimizde yaşayanlarına da.

    Bunun yanına sen Ç'yi eklemişsin, ben de The Man who wasn't there deki Ed Crane' i(Thornton) eklemeden geçemeyeceğim.

    Bunun yanında ne kadar isabetli bir saptamadır bilemeyeceğim; bütün bu karakterler Nietzsche'nin nihilizminden nasibini almış, içlerindeki tepkiyi anarşizme çevirmeyerek en azından kendi hayatları için nihilist olmuşlardır. Nitekim Selim'in yıkılma aforizması da Friedrich'in Ecce Homo sunun içinde tıpatıp yer alır. Mamafih, popülist ve taklitçi kültürün homo sapiens i olmaktansa, kendi kendine nihilist "Ecce Homo!" denecek bir disconnectus erectus olmak gerçek karakter sahibi olmaktır.

    Küçük dünyalarını büyük zanneden küçücük mutlular, topsunuz oğlum:)

    Büyük dünyanı, daha da büyütmeyi amaç edinmiş sana da selam olsun kardeşim..

    Sağlıcakla..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bazı yazılar nasıl da adesini buluyor :)

      Güzel yorumun için mi, benim basit dünyamı büyük tanımladığın için mi teşekkür etsem bilemedim Doğan'ım...

      Ed Crane'i eklemişsin, bilmem, benim eksiğimdir, programa alınmıştır... Tabi örnekler çoğaltılabilir. Aslına bakarsan çevresine ait hissetmeme sosyopatlığını içinde hisseden herkesin hikayesi az çok ortak noktalara sahiptir. Bu insanlar senin de pek güzel açıkladığın gibi, içlerindeki tepkiyi nihilizm'den yana kullananlardır. Karakterler, anlatılanlar elbette kurgudur. Ancak bu sefer insan ister istemez bu karakterlere bu dünyaları yaşatan yazarların iç dünyalarının zenginliğine hayran kalmaktadır.

      Tıpkı bize Genç Werther'in Acıları'nı anlatan ve o ızdırabı yaşatan Johann Wolfgang Von Goethe gibi... Bu kadar gerçek olmasa acılar yayınlandığı dönemde kendiyle beraber kitleleri intihara sürükleyen 'Werther Sendromu' diye bir kavram olabilir miydi?

      Nihilizm zordur vesselam. Düşünmek, tükenmek, yabancılaşmak gerektirir... Yalnızlıktır, bunalımdır sonu... Kant'tan, Schoppenhauer'e, ondan Nietzsche'ye, farklı formatlara bürünmüş, 'Varoluşçuluk' temelinde Sartre'lerle Camus'lerle şekilden şekile girmiş, günümüzün yeraltı edebiyatçıları Bukowski ile, Palahniuk ile 'modern çağ hiçliği' şeklini almıştır. Ama hep temelinde yalnızlık ve anlaşılamamak, genel yargılara tümden sırtını dönmek vardır. Mesele bir yandan da bundan keyif almak, hatta buna tutkuyla bağlanmaktır...

      Tutkunu yitirmemen ve o güzel beyni, kalbi bizden esirgememen dileğiyle kardeşim...

      Sevgiler
      Mert

      Sil