Tekrarlanan bir bokunu çıkarma vakasıydı benimki. Bokunu çıkarmanın bokunu çıkardığım günler yaşıyordum. Peki bokunu çıkarmanın rutinleşmesi mümkün müydü? Tıpkı bu kadar tekrarlandığında anlamını yitirmesi gibi?..
Dönen başımda fır dönen bol hasarlı beynim dahi, ne içtiğimi hatırlamayacak kadar içmiş olmamın, koca bir ziyan olduğunu kolayca kavrayabiliyordu. Ama hasar öyle büyümüştü ki, her seferinde başından geçenleri ve ‘bundan böyle…’ diyerek aldığı radikal kararları unutuveriyordu sanırım. İçenin ayrı, içilenin ayrı ziyan olduğu müsriflik dolu bir gecenin enkazıydı kolu bile kalkmayan bedenim… Neyse…
Neden içiyordum? Gerçekten ben de bilmiyordum. İçimdeki sıkıntının tanımını yapabilmek pek mümkün gözükmüyordu. Herhalde en umutsuz alkolizm vakaları, neden kederlendiğini, içinin neden sıkıldığını tam olarak kestiremeyenlerden çıkıyordu. Belki birileriyle konuşabilsem, bir şeyler paylaşabilsem azıcık… Çözülüverecektim, kim bilir? Belki o birilerine anlatırken içimdekileri, kendimi dinleme fırsatı bulacak, anlayacaktım bunalımımın gerçek sebeplerini …
İnsanın kendisiyle empati kurması mümkün müdür? Kendisi ile empati kurma ihtiyacı duyan insan,
a) çok mu yalnızdır?
b) bipolar bozukluğu mu vardır? (bi polar bozukluğum eksik…)
c) kendine mi yabancılaşmıştır?
d) hepsi midir? Neyse…
Kendimden başka kim dinlerdi ki zırvalarımı? Kusmuğunun içinde boğulup giden pek çok adam, eminim bu soruyu bırakmıştı ardında… Bu yüzden değil miydi, seanslarına tonlarca para dökülen psikiyatr sohbetleri? Birinin seni dinlemesi, anlaması, yardımcı olması bile ancak profesyonelce mümkündü modern çağda. Çağımızı bilemem de biz, gerçekten modern miydik? Para verdiğin insana nasıl dökerdin içini mesela? Senden para alan insan nasıl dinlerdi seni içtenlikle? Peki benim tıbbın en önemli branşlarından birini, genelev seksi seviyesine indirmem ne büyük cüretti? Neyse…
Neydi bu Halil Sezai mutsuzluğu ve halsizliği üzerindeki? Kimse beni anlamıyor havaları? Havalı bir şey miydi kimsenin beni anlamaması? Bir kere denemiş miydim birilerine kendimi anlatmayı acaba? E kimsenin haberi yokken durumdan, kime atıyordum bir türlü anlaşılamamanın kimse tarafından anlaşılmaz havasını? Neyse…
‘Beni anlamıyorlar’ diye düşünüyordum, salyamı akıtarak sızdığım kanepemden zorlukla doğrulurken…
- Yanılıyorsun ve saçmalıyorsun genç adam! Kalk ve kendine gel lütfen!
Sessizliği, salonun öbür köşesinden gelen kalın ve gür bir ses yırttı. Gaipten gele gele nedense benim salona gelen sesi, açık kalan televizyonun azizliğine bağlayacaktım ki, dün televizyonu hiç açmadığım geldi aklıma. Merakla doğruldum, ya da doğrulduğumu sandım. Zonklayan şakaklarım ve buğusu bir türlü çözülmeyen gözlerim, sesin geldiği yöne doğru yönelmekte zorlanıyordu.
Bir siluet gördüm. Pencere önündeki babaannemden yadigar çiçekli berjerde, dumanı tüten porselen kahve fincanından zarif bir yudum alan, şık giyimli, gür bıyıklı bir adam silueti… Pencereden içeri giren güneş, gözümü kamaştırıyor, silueti netleştirmemi neredeyse imkansız kılıyordu. Zayıf bir ‘Kimsiniz?’ döküldü kurumuş dudaklarımdan.
- Benim kim olduğumu gayet iyi biliyorsun delikanlı. Zira konumuz bu değil. Şimdi kalk ve karşıma otur lütfen. Konuşacaklarımız var.
Bu kararlı, gür sesi daha önce duyduğumu hiç sanmıyordum. Fakat öncesinde şaşırmam gereken pek çok konu vardı. Mesela bu adamın buraya nasıl girdiği ve babaannemin berjerinde ne işi olduğu soruları ile başlamak iyi fikirdi.
Zorlukla kalktım ve dediklerini yaparak karşısındaki hardal rengi solgun koltuğumda yerimi aldım. Kuvvetli güneş ışığından kısılan gözlerimdeki buğu, yavaş yavaş çözülmeye başlamıştı. Geniş alınlı, çatık kaşlı bu adamın yüzünü net olarak görür görmez, onu bir yerlerden tanıdığıma emin oldum. Çok karakteristik bir yüzü vardı. Komik bıyıkları, ve aslında, günümüze pek uymayan, çizgili, kısa paçalı bir takım elbisesi… Ama tuhaftır, kim olduğunu hala çıkaramıyordum.
- Bu… Buraya nasıl girdiniz?
- Bırak şimdi benimle ilgili sorular sormayı. Buraya senin için geldim.
- Bb..Benim için mi?
- Evet! İçindeki kocaman boşluğu nasıl dolduracağını bilmeyen zavallı sen için! Bir türlü anlaşılamamak sana özel bir mesele değil genç. Sakın kendini özel sanayım deme…
- Nasıl yani? Ne demek bu şimdi?
- Yeryüzünde en yanlış anlaşılmış adam kimdir diye sorsan, herhalde kendimi aday göstermek için yeterli sebebim olduğunu söyleyebilirim. Eh bunda benim tutarsızlıklarımın payı da büyük gerçi. Ancak öldükten sonra bu kadar yanlış anlaşılacağım, eleştirileceğim aklıma gelmezdi. Gerçi bu kadar ünlü olacağımı, tartışılacağımı da düşünmemiştim ya neyse…
- Öldükten sonra mı? Nn.. Nietzsche???
Bembeyaz olmuştum. Gülümsedi. Babacan gülümsemesi koca bıyığının ardındaki ciddi suratında hemen kayboluverdi.
- Başın ağrıyor değil mi?
- E… Evet…
- Peki sen sürekli baş ağrısı nedir bilir misin? Başının çatlaklarından beyninin aktığı hissini? Işığın gözlerini kamaştırarak yuvalarından akıtacak gibi acıttığı o iğrenç migren sancılarını bilir misin?
- Yokkk…
- Peki bu baş ağrıları ile aklını yitirmek nedir bilir misin? Aklını yitirerek ölmek? Hm?
- Çoğu zaman aklımı yitirdiğim sanrısını yaşamışımdır aslında...
- Bana şu komik ergen travmalarınla gelme delikanlı! Ben aklının seni tamamen terk etmesinden bahsediyorum…
- Yok… Ama şimdi dönemleri karıştırmayalım lütfen. Senin döneminin depresyon temaları ile benim dönemiminkiler pek aynı değil. Ben modern çağ yalnızlığı, teknoloji migreni yaşıyorum. Onu bunu bırak da ölü değil misin sen şimdi peki?
- Pek tabii… 1889’dan beri… Restoran ismi gibi oldu değil mi? Ha hah ha!
- Ovvv, dönemin espri anlayışının üzerine çivi çakılmamış anlaşılan… Pekiii, öldüğüne göre o dönemler öteki dünya kavramlarına yaptığın atıp tutmalara ne demeli? Haklı mıymışsın? Neler oldu?
- Hah! Şimdi konuşmaya başlıyoruz işte… Akıllı birisin delikanlı. Ancak yeterli değilsin. Evet, ahir yaşam kavramlarını budalaca bulduğum doğrudur. Bu da atıp tutma değildir. Aslına bakarsan şimdi şu berjerde senin gibi bir zibidi ile dertleşmek de bir nevi cehennem senaryosu, ne dersin? Kazanda kaynamayı tercih ederdim! (yüksek kahkahalar)
- Yanlış anlaşılman gayet normal Nietzsche! Hayatın tutarsızlıklarla dolu… Seni anlamak gerçekten güç. En az benim kadar dengesizsin… Belki de bu yüzden pek severim seni…
- İnsanın fikirleri doğuştan olgun olamaz genç! Fikirler dalgalanmadan durulmaz… İnsan sorgulamalı! Kendini dahi…
- Tamam, tamam. Ama ben, kendimi sorgulanamayacak kadar boş buluyorum, bu doğru. Fikirlerim var, ancak kendime bile söylemeye çekiniyorum. Boş veriyorum genelde, miskin, boktan hayatıma devam ediyorum… Bana dayatılan sistemi kucaklayıp uyuşuyorum her geçen gün… Belki böylesi daha kolay diye…
- Seni miskin kılan çevrende gördüğün ahmaklar ve ahmaklıklar! Dediğin gibi, sistem! İnsanoğlu düşünerek, sorgulayarak, dogmalardan kendini arındırarak hep bir adım öteye gitmeyi amaçlamalı! Sisteme, yozluğa, zayıflığa direnmeli! Taa ki…
- …Taa ki ‘üst insan’ı bulana kadar değil mi?
- E..Evet.. Beni biraz okumuşsun sanırım…
- Yapma Nietzsche… Nedir bu üst insan merakı? Görmüyor musun? Darwin, Türlerin Kökeni’nde, senin bu ütopyanı bilimsel anlamda ‘doğal seleksiyon’ olarak sundu zaten. Yani zayıfın, güçsüzün yeryüzünden silinmesi ve güçlünün hayatta kalarak geleceğe daha sağlam genler taşıması zaten doğal düzende var, kabul. Ama bu kuramların, güç istenci ile birleştiğinde, Hitler faşizmi gibi sapkın birçok eğilimi ve ideolojiyi de besledi, bilesin…
- İşte! Beni yanlış anlayan birileri daha! Hah! Ben üstün insandan söz ederken hiçbir zaman faşizm, ırkçılık ya da ayrımcılık gibi deli bozmalarından bahsetmedim! Ne kadar da çarpıtılmış bilgiler!
- Pekiiii, Richard Wagner’e ne diyeceksin Nietzsche? Senin ondan, onun senden etkilenmediğini söyleyebilir misin? Hmm?
- Fena değilsin küçük… Evet! Bu, yaptığım pek çok hatadan yalnızca biridir ne yazık ki… Ancak bilmelisin ki insanlar hata yapar. Hele ki genç ve tecrübesiz ise… Önemli olan, hata yaptığının idrakına varabilmek! Ne diyebilirim ki… Beni ilgiyle dinleyen, her hafta sonu villasında ağırlayıp bana özel konserler veren bu müthiş müzik dehasının hiddetli egosu karşısında gözüm boyanmıştı resmen…
- ‘Tragedya’nın Doğuşu’nu yazacak kadar mı boyandı Nietzsche? Resmen adama övgüler düzen bir eser yayınladın! Senin gibi dik duruşlu bir düşünüre hiç yakışmayacak hareketler bunlar. Ayıp etmişsin, kabul et…
- Aslında haklı sayılırsın delikanlı…
- Hem de ne haklı! Adına övgüler dizdiğin adam tuttu Nazilerin bestecisi oldu. İşi Güney Amerika’da Yahudilerin yasaklı olacağı saf bir Alman kolonisi kurma fantezilerine kadar götürdü. İşin tuhafı, bu fikir senin kayınçon tarafından da pek bir sevinçle karşılandı ve kız kardeşin Elisabeth ile gidip, Paraguay’da ‘New Germania’ adında koloni bile kurdular! Yuh!
- Ben burada kendimden sorumluyum genç! Ne kız kardeşim Elisabeth –şeytan görsün yüzünü- ne de Wagner’in sapkın görüşlerini savunacak değilim sana! Zaten fikirlerimin zamanla nasıl değiştiğini ve olgunlaştığını ‘İnsanca Pek İnsanca’da görebilirsin…
- Dedim ya, tutarsızsın işte… Benim gibi…
- Tutarsız diyebilirsin… Ancak ayrımcı, asla! Hele ki Alman şovenizminden tiksinti duyan bendenizi Nazizm’in fikir temellerinden sorumlu tutman, büyük gaflet!
- Gofret vereyim yersin?
- Efendim?
- Gofret diyorum, hoşbeş… Kahve ile iyi gider…
- E alayım bir tane…
……………………..
- Nerede kalmıştık küçük?
- Elisabeth diyorduk…
- Bana onun ismini anma lütfen… Yanlış anlaşılmalarımın esas sorumlusudur küçük cadı!
- Öldükten sonra senin biyografini ve gizli kalmış yazılarını yayınladığı için mi?
- Yalan biyografimi!! Ben onun anlattığı kişi değilim. Kendi uydurduğu zırvalar onlar! Hele ki ‘Güç İstenci’ Peh!
- Güç İstenci senin kuramın değil mi?
- Pek tabii… Ancak Elisabeth’in yayınladığı şekilde değil elbette. Bu cadı, ona papazsız bir pagan cenazesi ile gömülmeyi vasiyet etmeme rağmen, beni en nefret ettiğim şekilde, tabutuma gümüş haç koydurup Lüterci geleneklerle uğurladı! Ölünce bile rahat bırakmadı beni. Adımı kullanarak paralar kazandı!
- İnsan kardeşini, ailesini seçemiyor Nietzsche… Niçe yiğitler yandı böyle (kih kih)
- Efendim?
- Hiç, kelime oyunları… Yaygındır bizim memlekette. Fena da değilimdir hani…
- … Neyse. Demem o ki o bahsi kapatalım lütfen. Sinirlerim oynuyor, başım ağrımaya başlıyor…
- Üstat sensin. Öldükten sonra da mı kurtulamadın baş ağrılarından?
- Sanırım bu bok beni hiçbir zaman bırakmayacak…
- Eh, biz de sen gittikten sonra pek bir ilerleme kat edemedik. Hala çare yok migren ağrılarına...
Dikkatli gözleri, yan duvardaki dökük kütüphanemde gezindi… Çoğunu sahaflardan takasladığım eski püskü kitaplarla bezeli eğreti kütüphanem, hayatımda kendimle gurur duyduğum tek gerçeğimdi…
- Hmm, felsefe ile ilgilisin anlaşılan.
- Şöyle böyle… Kulaktan dolma hep… İlgiliyim diyemem.
- Bu kitaplar genç… Bu kitaplar senin vaktini yemekten ve kafanı bulandırmaktan öte hiçbir işe yaramaz! Çok fazla gömülmemelisin onlara…
- Aslında ben de bazen böyle düşünmüyor değilim Nietzsche…
- Felsefe, öyle diğer bilimler gibi kitaplara gömülerek yürütülecek bir iş değildir mesela. Felsefe, elbette bilgi ister. Ancak saf bilgi ister. Kalabalık bilgiler seni bir o yana, bir bu yana çekiştirip durur…
- Peki saf bilgiyi nasıl bulacağım üstad? Nasıl aydınlatacağım kendimi?
- Kendi içinde bulacaksın! Bilgi sende gizli zaten… Mühim olan onu, dogmalardan arındırmak. Üzerinde gerçekten düşünmek, kafa yormak…
- Oooo, Zen öğretileri gibi konuştun bak şimdi de… Uzak doğu koktu buram buram…
- Aslında etkilenmişliğim vardır. Daha doğrusu Budizm ile bir miktar ilgilenmiştim, diğer tüm büyük dinler gibi…
- Biliyorum. Sanırım bu, biraz da Schopenhauer'den etkilenişin ile ilintili… Ancak orada da Budizm ile nihilizmi bir tutan söylemlerde bulunmuştun hatırladığım kadarıyla.
- Eh, ikisi de bir yönde ‘bensizlik’ kavramına atıfta bulunuyor. Pek haksız sayılmam.
- Bu arada diğer bütün dinler derken?
- Evet, sorunu anladım… İslamiyet ile dahi ilgilendim.
- Biliyorum, hatta Hıristiyanlığın insanları İslam kültürünün mirasından mahrum bıraktığını söyleyecek kadar coşmuşsun bir ara. Ama bu söylemler, sanki İslamiyet’e duyulan ilgiden ziyade Hıristiyanlığa nefret gibi duruyor. Peki nedir bu Hıristiyan öğretilerine saldırganlık hocam?
- Bu da pek çarpıtılmış yanlarımdan biridir. Ben teoloji eğitimi almış, İncil’i gençliğimde gözyaşları içinde okuyan bir adamım. Ancak ismim telaffuz edildiğinde insanların aklına ilk olarak ‘Tanrı öldü’ sözlerim geliyor. Ne acı. Ben hayatım boyunca insanların beyinlerini yıkayan dogmalarla savaştım. Din ile ilgili kişisel bir kavgam yoktu. Kavgam, kah Hıristiyanlıktaki insanları uyuşturan yozlaşmış uygulamalar için, kah yaşlı ve ahmak Avrupa içindi… Amacım, doğruyu bulmaktı.
- Aslında bu bağlamda ‘Böyle buyurdu Zerdüşt’ de bir nevi insanlığa çağrı niteliğinde…
- Çok doğru! Okumana ayrıca sevindim delikanlı…
- Ama sen de bir okuma diyorsun, bir oku… Olmuyor Nietzsche…
- Okuma demiyorum. Kafanı bulandırma diyorum…
- O kadar şaraptan sonra, kalan birkaç beyin hücrem için mi diyorsun bunu?
- Gerçeğe erişmek için o kadar hücre de yeter… Önemli olan istek!
- Peki madem konumuz din ve felsefe, Platon’un ve Descartes’in farklı yönlerden savunduğu düalizm için, yani algıladığımız dünya ile ruhani dünyanın varlığı için ne diyeceksin?
- Ruh ve madde ayrımını bir felsefi görüş olarak onaylıyorum. Ancak ben daha çok somut olanın tarafındayım. Yani deneyimlediğimiz madde dünyası…
- Yani ampirizm (deneycilik) etkisi?
- Denebilir…
- Pek dışarıdan bakıldığında, John Locke’dan beri -elbette bazı farklılıklarla-yüzyıllarca neredeyse aynı temel etrafında dönmüşsünüz…
- Kimler?
- John Locke, ondan esinlenen Hume, ondan esinlenen Kant, ondan esinlenen Schopenhauer, ve ondan esinlenen sen… Yalnızca Schopenhauer ve senin fikirlerin biraz daha baharatlı gibi… Sizler acıyı ve acı çekmeyi hayatın en önemli parçası olarak görüp yüceltmişsiniz. Belki bu tanımla pek bir basite indirgeyip, çok ileri gidiyorum ancak naçizane bir cahil yorumu olarak al bunu lütfen…
- Hah ha ha… Sevdim bu tuhaf saptamalarını… Yalnız sakın beni Schopenhauer ile bir tutma. Sonrasında fikirlerim ondan çok ayrıldı.
- Acıyı yücelten sen, benim acı çekmeme neden bu kadar sinirleniyorsun peki? Bırak içeyim, kederleneyim. Depresyonum ve ben, bütün gün sızalım pis kanepemde…
- Bu biraz da neden acı çektiğini bilmek ve acıyı anlamlı kılmak ile alakalı genç adam. Acı çekmek özenilecek, taklit edilecek bir durum değildir. Güç istenci gerçek acıyı beraberinde getirir. Acı ise, ancak bir amaç uğruna, hakikati bulmak uğruna çekildiğinde anlamını kazanır…
- Tazeleyim mi kahveni? Soğumuştur…
- Teşekkürler genç, uykumu kaçırıyor. Bakalım Survivor Adası’nda bu sezon kimler yarışacak?
- E.. Efendim?
- Ünlüler, gönüllülere karşı… Bu nefes kesen mücadele her akşam Show TV’de!
- Ne saçmalıyorsun? Anlamıyorum…
- Beyaz tüüül, bembeyaz tül… A Aaaa! İstediğim gibi kar beyazı olmuyor bir türlü…
- Nietzsche?
Gözlerim midye kabuğu gibi aralandı…Her ne kadar emindiysem de, açık bırakmıştım lanet televizyonu…
Sevgiler
Mert
Cumhuriyet gazetesi yorumcularıni okuduktan sonra iyi geldi bwa mertim saolasin
YanıtlaSilharika
YanıtlaSil